29 Aralık 2013 Pazar

PENCERESİ CAM CAMA...

2013çüğüm... 
Bu mektubu sana 2014'e girmeye hazırlanırken yazıyorum. Artık her şey geride kaldığına göre sana açık yüreklilikle söylemek istediğim bazı şeyler var... (Gerçi son dakikada bile anî hareketler yapma potansiyelin var ama mühim değil, sayende üstesinden gelebilecek deneyime sahibiz iyi ve kötü seslerin.) 
Her şekilde çok eksik bir yazı olacak bu; yorgunluğuma, 
attığım kabuklarla hafifleyen hafızama, 
kalp kırıklarımdan kaçıp giden akıllarıma ver... 
Sevgili 2013, 
sayende her birimiz birer bilge, 
maskeli birer devrimci, 
yeşilli turunculu birer yaprak,
potansiyel birer katil,
mağrur birer kurban
ve profesyonel yaşayıcılar olduk, sağ ol... Seni hiç unutmayacağız; özellikle bize yaşattığın eşsiz Haziran ayı ve Gezi masalımız için teşekkür etmek isterim unutmadan... Büyük ülkelerde ve evlerimizdeki küçük ülkelerimizde, şehirlerimizde savaşlar ve barışlar yaşattın. Kalbimizin coğrafyasına kanla, aşkla, şarkılarla yeni yerler kattın, sağ ol...
Sen ne acımasız, ne istikrarsız, ne sarsıcı ve öğretici bi adam çıktın ama 2013. Erkek olduğunu biliyoruz hepimiz, sakın bu konuda bi sırrın kaldığını sanma. Çocuksu ve fevri tavırlarınla, babacan kucaklayışlarınla, tutkulu bakışlarınla ele verdin kendini er kişi 2013... 
Sayende eşikler atladık, 
raylardan çıktık, 
yeni raylarda dengeler bulduk, 
renklere, seslere karıştık,
büyüdük ve büyüyoruz,
yandık,
mizahımız-sanatımız-rutinlerimiz yeni ve karmaşık bi organik yapıya doğru yola çıktı,
kalbimiz taş kesti,
işimizi-gücümüzü-ailemizi-aşkımızı-arkadaşlarımızı-yalnızlığı yeniden tanıdık; sayende. 
Sabırmış, kabûlmüş, idrakmış ne varsa hepsiyle tokatladın bizi... 
İzlemesi zor ama başyapıt sinema filmi gibiydin...
Öyle her zaman dinleyemeyeceğimiz ama her dinlediğimizde kendimizi mükemmel hissettiğimiz bi şarkı gibiydin.
Okumak için sakin kafayı beklediğimiz çok kalın bir roman gibiydin.
Teşhis konulamayan ama semptomlarıyla yıpratıp, insanı çok şey öğrenmeye zorlayan hastalık gibiydin.
Gitmeyi göze alamadığımız ama gittiğimizde aydınlandığımız bir şehir gibiydin.
Gardropta duran, 40 yılda bir giydiğimizde yepyeni bi insana dönüştüğümüz kıyafet gibiydin arkadaşım...
Teki kaybolduğu hâlde vazgeçemediğimiz kıymetli bir küpe gibiydin.
Son saniyeye kadar ilk anki kadar belirsiz ve heyecanlı devam ettiği için yürek hoplatan maç gibiydin.
Kafası karışık sevgili gibiydin.
Ergenlikten yetişkinliğe geçerken dünyayı herkese dar eden oğlan gibiydin.
Köy kıraathanesine aniden el ele girip akılları başlardan alan gay bir çift gibiydin. 
Uyku kaçıran tedirgin bir fikir gibiydin.
Nefes almayı zorlaştıran, kalpte renk ve ritm bırakmayan sert tavırlarınla, çocuğunu sadece uykusunda seven babalar gibiydin.

Yıllar sonra sandıktan çıkıp yolumuzu izimizi şaşırtan mektup gibiydin.
Mevsimsiz açan çiçek gibiydin.
Hepsini de doğallıkla yaptın, ezber bozdun, kafaları-kapıları açtın çakal... (Kusura bakma onca anı vesîleyle yüzgöz olduk seninle...)
Hep şaşırttın ve her seferinde de güzel bi yere bağladın olayı seni gidi bilmiş seni ya! Helâl olsun! 
Açıkçası seni bir daha görmek istemiyoruz. Senden öğrendiklerimizi ve güzel anılarımızı, ömrümüzün ışıklı odalarında ara sıra ziyaret edeceğiz, söz. Kulağımıza küpe oldun, daha istiyorsun 2013? ... Biliyoruz ki sen paralel evrende karmaşık varlığını sürdürüyor olacaksın, sürdür, bizi elleme... Ellerinde oyun hamuru olduk, hiçbiri boşuna değildi evet, bize şimdiki şeklimizi verdin ama çok acıdı yalan mı söyleyelim?
Yıllarca sürdün 2013... Yıllarca... Arkadaşım her gün, her an sürpriz sınavlar yapan sert yüzlü bir  muallim misin nesin? Senin asıl meslek muâllimlik değil mi?! Şimdi buldum. Sadece bi 'yıl' falan değilsin! Yan dalların da felsefe, mücadele teknikleri, sanatta gelişim, ilişki uzmanlığı ve matematik... Çok havalısın dostum. Bilmediğin şey yok, hepsini de bize öğretmek için çok ısrarlıydın doğrusu; anlayan anladı için rahat olsun...  Güzeldin, yorucu ve güzel... Senin sınavlarından başarıyla geçen öğrenciler, zavallı yorgun bilgeler, yeni yıla çok büyümüş, güzelleşmiş, yeni adımlarının her birinden emin hâlde giriyor, teşekkür ederiz usta... 




25 Aralık 2013 Çarşamba

PEMBE VE BUZ GİBİ

-Merhumu nasıl bilirdiniz?
-İyi...
Sıradan bir cenaze diyalogu. Acıklı. Klişe. Sert. Soğuk ve kırık.
Fakat Mehter Amca'nın cenazesinde ancak filmlerde görebileceğimiz bir sahneye şahit olduk. Uzaktan bir akrabamız olan Mehter Amca'nın cenazesinde tesadüfen bulunmama rağmen aniden unutulmaz bir gün yaşayıverdim. Hayat... Cenazede aşık oldum. Elbette canlı birine... Ne diyorum ben? Duyarsız gibi görünen lâflarım için bağışlayın. Yıllardır 19 yaşındayım, halâ dişlerimde tel takılı ve ölümün soğuk yüzünün etkisindeyim. 
Sabahın erken saatlerinde üzgün ve yaşlı bir kalabalık mezarlıkta belirdi. Hızlıca karalanmış bir çizim gibi belirsiz, buğulu ve grilerdi. Mehter Amca' yı toprağa verip dualar ettiler. 
Ardından o bilindik soru geldi; her şeyin bittiğini hatırlatan ve geçmişi temize çeken soru:
'Merhumu nasıl bilirdiniz?' ve tabii o bilindik cevap: 'İyi!'... Fakat cevabın arkasında duran buz gibi sessizlik 'Bir dakika, eklemek istediğim bir şey var!' diye yükselen bir sesle eriyiverdi. O ses... O yakışıklı, o uzun boylu, o ışık saçan ses... Bir delikanlının sesi... Mis gibi bir takım elbisenin içinde, hayattaki her şeyin üstesinden gelebilecek gibi duran bir delikanlı... Şaşkın ve şuursuz bakışların ortasında duran renkli bir abajur sanki! Herkesin ilgisini yakaladığı an başladı konuşmaya. 

- Hepimiz için zor bir gün, biliyorum... Fazla vaktinizi almadan değerli manevi babam Mehter Bey'e huzurlarınızda teşekkür etmek isterim..
Ay çok güzel konuşuyorsun, hiç susma prens...
Ben Nihat. Mehter Bey çocukluğumdan beri öz babamdan daha çok babalık etmiştir bana. Herkes O'nun  yalnız ve huysuz bir ihtiyar, sıkıcı bir matemetik öğretmeni olduğunu sansa da O, şefkâtli bir dahiydi. Matemetiğe hayatın içinden bakar ve yaşardı. Sayesinde en iyi okullarda okuyup, dünya çapında araştırmalara dâhil oldum. Hakkını ödeyemem. Sadece O'ndan aldığım bayrakla, birilerine yol göstermeyi sürdürmek gelir elimden.
Hemen aralarında konuşmaya başladı benim gıcık halalar. Susun! Aşkımı dinliyorum...
Mehter Amca evine benden başka misafir kabûl etmezdi. Kırmızılı, beyaz püsküllü evi ile yöresel bir noel baba gibiydi. Bu söylediğimi duysa hem kızar hem gülerdi. Kimseyle polemiğe girmeyen bir milliyetçiydi. 
Yaşlılığında tam bir beyefendi, gençken bıçkın delikanlı olan sıradan bir erkekti. Asuman Hanım, eşiniz de burada lütfen bağışlayınız ama Mehter Amca ömrü boyunca bir tek sizi sevdi...
Şok!Şok!Şok!... Aha! Asuman yenge ve eşi didişerek gitti... Konuş sevgilim, hayat ölümün ayak ucunda seninle güzelleşti.
Evinde tarih kokusu, lokum tadı, pudra şekeri, acı kahve ve gizli bir rakı rengi gezerdi. Bana çok şey öğretti... İçlerinde en önemlisi şu cümleydi: "İki nokta arasındaki en kısa mesafe 'doğru' dur."
Yani?
Doğru, iki insan, bir insan ve bir hayâl, bir kedi ve bir sokak... aklınıza gelebilecek her iki şey arasındaki en  kestirme yol yani...
Huzur içinde yatsın... Hocam çok ama çok kıymetliydi...
Ağlıyor!!! Canım sevgilim... A! Yaşasın! Herkes dağılıyor, baş başa kalacağız şimdi!... Ah!... Nihat... Yaşıyor olsaydım beni severdin değil mi?... Olsun, sayende öldükten sonra  da olsa âşık oldum rüyalarımın prensi... Mehter Amca' yı her ziyaretinde görürüm seni değil mi? Sık sık gel e mi? 

18 Aralık 2013 Çarşamba

ŞİMDİLİK



Uykulara kasırgalar, bisikletler, Balık Ayhan, Ciguli, leblebi tozu filan karışmaya başladıysa, filmlerdeki gibi bedeninden uzaklaşıp kendine bi oralardan bakma vakti gelmiş demektir. Gökyüzündeki yıldızlara hattâ sihirli değneklerin ucundan dökülen yıldızlara karışana kadar uzaklaşmak gerek hemen. Tabii bunu yapamadığım için taşındım. Evet, hedefe nazaran çok komik bir mesafe kat ettiğim kesin ama elden gelen bu işte. 
Ben Nida.Kendimi tek tek uyandırdım; bütün hâllerimi, herkesin bildiği benleri, henüz görmediğim yüzlerimi bile... uyandırdım. Günaydın. Çok eski bir binaya taşındım. Eşyanın hafızasına inanırım ve güvenirim hattâ! Meselâ büyükbüyükannenizden kalan bir saat takıyorsanız, yaşını başını almış-görmüş geçirmiş bu saate hürmette kusur eder misiniz? Ben etmem. Kötü anılara ev sahipliği yapmış bir kanepede uyumak istemem. Kırk senedir dünyanın sırrını saklamış perdeleri güneşle arama sokmam; ışıklar yorularak geçer o tüllerden bence... Eh, eşyayla ilişkim böyle olunca taşındığım evin anıları da çok önemli olur benim için tabii...

Üst komşum sessiz sakin ve düşünceli bi teyze. Kendisi küçükken  evimizde birkaç kez gördüğüm bir aile dostu aynı zamanda. Annemler, teyzemler ve komşular arasında sezgileri ve bilgeliği ile kendinden çok bahsettiren, çocukluğumun yazlarından birine yeşilli morlu elbisesiyle damgasını vuran bir dilber. Emel Teyze' nin gençliğinde çok güzel olduğunu şimdiki yüzünden bile görebilirsiniz: Dikkatli bakıp ıstırapları, neşe yorgunluklarını ve yüzünden geçen adamları ayıklarsanız küçücük pembe dudakları çıkıverir ortaya. 
Burnuyla dudağı arasında, gençliğine giden uzun yıllar kadar bir mesafe var... Evi hep ıhlamur kokar, penceresinin önünde çift çift kumrular uçar... 
Taşındığımdan beri ağzından çıkan tek cümle: 'İyi ki sesler var...' Sadece dinleyerek her şeyi anlar, herkesi... Annemi, Semiha Teyze'nin oğlu deli Ali'yi, cezveyi, camı, çerçeveyi ve beni... Anlar...  
Kurşun kalemle birkaç kelime yazınca, kurşun kalemle yazmayı ne çok özlediğini anlarsın ya... Saçların örgülü gibi, boynunda dantel yaka takılı gibi, cebindeki kibrit  kutusunda birkaç karınca varmış gibi, az önce ip atlamışsın gibi... Özlediğini hatırladığın çocukluğu kucağında bulursun ya birden; işte beni görünce öyle sevinç gibi ağlamaklı gibi bişey hissediyormuş Emel Teyze... Ne güzel!
Bu kadın dinlemek için, izlemek için, güllü bardakta bi çayını içmek için ve şimdi taşındığım evin geçmişini sormak için harika biri değil mi?! 
Sordum. 
'Böyle şeylerle yorma kendini, şimdiki zamanı temizle ve önüne bak jelibonum.' dedi.
Utandım tabii, biraz da bozuldum ama yine bilgece tavrıyla listelerimde zirve yaptı Emelciğim.
(Çıkarken bilerek fulârımı unuttum vestiyerde. Akşam gelip bi aşûresini de yerim. Şaka şaka, kesin gönderir Emel Teyzeciğim bana, dilsiz uşağıyla...)

11 Aralık 2013 Çarşamba

GUERNICA



Yeterince uzaktan bakıldığında Guernica' dan ayırt edemeyeceğimiz  İstiklâl Caddesi'nden geçtiğimiz bir gün, kaçınılmaz bi şekilde kalbimizde bir savaş kırıntısı kalır...
Gözlerimiz, manâ toplayan ve saçan yıldızlardır çünkü... Kimse boşuna 'gözler kalbin aynasıdır' dememiş. Bu ayna sadece kendi ruhumuzun mu tercümanı oluyor? Gözlerimiz başka ruhların hikâyesini okumamız için bize verilmiş birer hediye: Hepimiz birer görgü tanığıyız. Gidip kurcalasak bi fotografçının arşivini, kaç kişinin hayatına gizli bi delikten bakmış gibi oluruz kim bilir... Kaç gülümseyişin, kaç sırrın şahidi oluveririz... 

Aynı kareye sığmış 5-6 kişilik bir aile meselâ; biri sakladığı sırla şişmiş, biri aklını çoktan uzaklara salmış; birinin yüzünde bırakılmış keder çizgileri; biri orada olduğu için çok neşeli; biri tutmuş ninesinin elini... 
Mecburiyetten ve aciliyetten çekilmiş bi vesikalık fotograf ya da... Zorla güzelleştirimeye çalışılmış yorgun saçlar, oyuncak olmayan bir kadında asla göremeyeceğimiz kusursuz bi burun ve telâşlı gözler...
Bir çocuğun sevinçten çıldırdığı bir doğum günü fotografına ne dersiniz? 'Bu fotografta beni bul' diyen bi gözyaşının sesi düşer gözlerinize: Herkesin güldüğü 23 kişilik bir karede, sabaha kadar ağladığı belli olan bir anne... Ya... 
İnsanın aşka inancını çoğaltan bi pinkik fotografı da olabilir; kız tam düşerken can havliyle fırlayan sevgilisi, adamın çıplak ayaklarının altındaki şişe ve etraftaki tatlı neşe...
Dili olsa konuşacak bir koltuğun yanlışlıkla çekilmiş bir fotografı... 
Püsküllerinde yılları saklayan bir perdenin önünde gülümsemiş bir çitf; el ele: İçlerinden biri birlikte geçirdikleri son gün olduğunu bilmeden hem de. 
Çenesinde mavi bir şeker parçasıyla baba kucağında duran bir kız çocuğu ve fotografın derin köşesinden koşan güleç bir dayı...
Tüm hikaye fotograftaki gizlerde...
Parmak ucuna değen bir 'çıt' sesiyle yakalanan her bir an; ilmiklerinde ömürleri saklayan bir saç örgüsü gibi... İyi bak yeter... 




4 Aralık 2013 Çarşamba

BALIKLAR ÂLEMİNDEN MÜJDE (!)

Büyük mü büyük bir okyanusta, türlü türlü, rengârenk balıklar yaşarmış... Çok şanslılarmış: Okyanusun derinliklerinde, yeryüzünde asla rastlayamayacağımız renklerde bitkilerden olma merdivenleri, duvarları ipek gibi mağaraları, ışıl ışıl kayalıklardan evleri, ruhları yıkayan kumlardan sokakları ve elbette neşe dolu hava kabarcıklarından balonları varmış... 
Birbirine hiç benzemeyen milyarlarca balık birarada mutlu mesut yaşarken, insan eli değmiş sulardan kaçan arazlar okyanuslara da akmış... İnanır mısınız, insan suyu, cennetin odalarından biri olan bu eşsiz dünyaya bile korku kırıntıları ve sıkıcı mı sıkıcı tabular salmış... Ya...  Zamanla biz insanlarda olduğu gibi onların da arasında fikir ayrılıkları, jenerasyon çatışmaları, klişeler, hiyerarşiler ve vahşet çoğalmış. İnsan suyundan geçen onlarca çirkin insan huyundan biri, şu sıralar ortalığı birbirine katmış: Yaşlı balıkların toplandığı bir deniz mağarasında, büyükler konuşur, küçükler aval aval bakarmış. Büyükler, 'kaçan balık kovalanır' tabusunu gençlere anlatır, modası geçmiş hava kabarcıklarıyla beyin yıkarlarmış. Onların suçu değil tabii; sonuçta bu klişe asırlardır dilden dile, gönülden gönüle dolaşan beylik bir lâfmış... 
Tam da o günlerde gönlünü miniminnacık bir kadına kaptıran delikanlı bir balığın, işveli canânının gönlünü kapmasına ramak kalmış. Yeşilli morlu delikanlı balıkla, mavili pembeli işveli miniminnacık kadın birbirine pek yakışmaktaymış. Eh, delikanlı, kadının aşkını yakalar gibi olunca heyecanlanmış ve biraz şımarmış. Büyüklerin de buyurduğu gibi kaçıp kovalanmak için yola koyulmuş. Arkasına baka baka kaçmış. Gelen olmamış... Mercanların, gümüşlü sarılı balık sürülerinin içinden geçmiş... Hem havalı, hem endişeliymiş... 
Yavaşça gözden ve gönülden kaybolmuş. Büyük balıkların şehirlerinden, bitkilerinden canını kurtarmış ve yeşilli grîli sulara düşüvermiş. Burası da nereymiş? Biraz dinleneyim derken kendini kaçan balıkların biriktiği bir sosyâl âlemde bulmuş. Renkleri bulanık, akşamdan kalma, pulları izmarit gibi yerlere saçılmış balık yığını dans etmekteymiş. Profil fotografları, 'bi kahve içelim' , 'selâm naber' lâfları, ortalıkta kokular yayarak uçuşmaktaymış. Suyu bulanık bu mağarada gülen yüzler, boşalmış gözler, 'carpe diem'ler ve acıklı hafıza kırıntıları varmış. Bizim delikanlı ağlamaya başlamış. Kendini henüz kaybetmemiş geçkin bir abla balık yanına yanaşmış. "Hoşgeldin delikanlı, sakın bana 'kaçan balık kovalanır' yalanına inanıp buraya düştüğünü söyleme..." Alı al moru mor geçkin kadın kabarcıklı bir kahkaha patlatmış çünkü bizim delikanlının solungaçlarındaki acıklı hâl, yaptığı hatayı anlatmaktaymış. Kadın devam etmiş. "Geç olmadan geldiğin yere dön ve onlara gerçeği anlat aşkım. " Delikanlının kulağına birşeyler fısıldamış. Gözleri yuvalarından oynayan delikanlı var gücüyle yüzmeye başlamış: Tabuları, yalanları aşmış; dedikoduların arasına dalmış; boş lâfları geride bırakmış; aydınlanmış... Çok ama çok telâşlıymış; biraz sakinleşmek için gökkuşağını kıskanıracak renklerde bir kayalığa yaslanmış. Kayalık aniden kıpırdamış; bu şey, ömründe ilk kez gördüğü bir deniz canlısıymış, mahcup vaziyette uzaklaşmış... Nihayet bıraktığı şehre, bilgelik taslayan büyüklerin kıraathanesine ulaşmış. Cesurca bağırmış; herkes O'na bakmış. 
"Beni dinleyin ağalar, efendiler! (Bu komik hitap şekline kendi bile şaşırmış.) Girdaptan size haber getirdim. Kaçan balık artık kovalanmıyormuş. Bu külliyen yalanmış, yalan!  Kaçan kaçtığıyla kalırmış. Kaçışlarla sınanan sevgiler sınıfta kalırmış. 'Kaçana saygı, kalana sevgi.' diye bi slogan bulmuşlar. Kaçış, bilgece nedenlerle değil de, bilgelik kisvesi altında  kovalanmak için yapıldığında gülünç bi eylemmiş. Çok gülüyor ve basitlik yüzünden bırakılmanın üzüntüsünü gerçeklikle siliyorlarmış. Ya... '
Hepsi değil ama işte, anlayan anlamış. Delikanlı balığımız can havliyle miniminnacık kadınına doğru koşmaya başlamış. Her yerde aradıysa da anlamış; kadını çoktan elden kaçırmış... Olsun, çok ama çok önemli bi hayat dersi almış... Bu arada neyse ki 'balık hafızası' denilen şey de basbayağı dede yalanıymış. 




27 Kasım 2013 Çarşamba

ARNAVUTKÖY'DE AŞK BAŞKADIR



                                                                                                 FİKRİ

Sadece yetiştiğim tirene binerim. Ne bir otobüsün peşinden koşarım ne de bir kadının... Ben kendi müziğimle yürür giderim, vardığımda ne bulursam 'benimdir' derim... Ben Fikri. Açık konuşmak gerekirse şu hayatta en çok kendimi severim. Üç çocuğum ve can yoldaşı hatunumla Arnavutköy' ün eskilerindenim. Ben zanaâtkârım efendim; çocukluğumdan beri elimde suç aletlerim, türlü türlü tabelâ üretirim. Adını yazdığım berberler, pastaneler, kıraarhaneler, şekerciler İstanbul' un heryerinde şıkır şıkır işler. Elim uğurludur övünmek gibi olmasın. Bazılarının ne iş yaptığını bile bilmem; son ütücü meselâ... meselâ 'papağanları koruma derneği' ... Neyse... Eh  anlattıklarımın ilginç bi yanı yok değil mi?. Niye anlattım o zaman? Şöyle söyleyeyim; bundan birkaç ay önce, kırk yıllık komşum, çocukluk arkadaşımın hanımı, mahalle ahbabım Münevverle gözgöze geldim. Ne yalan söyleyeyim, günahı boynuma; Münevvere o anda tutuluverdim. Fikri' ydim; Fikri Firâr oluverdim... 

MÜNEVVER

16 yaşında mahallenin en yakışıklı oğlanıyla evlendim. Sevdim mi?... O yaşımın aklıyla, evet sevdim. 4 tane aslan gibi oğlumuz oldu. Söylemesi ayıp mükemmel bi anneyim. Her birini en az 2 yaşına kadar emzirdim. İlkini everdim, şimdilerde ikincisini evermek üzereyim. Eşim çalışkan, temiz adamdır. Sormayın pek de kıskançtır; perdeyi aralık bulsa ortalığı ayağa kaldırır. Zaten bir tek bana bağırırken heyecanlanır; çok ama çok sakin bir adamdır. Çocuklar elden çıkıp da eve keskin bir sessizlik bastırınca başladı kafam kuruntulanmaya. Efendim ben televizyon seyretmeyi, hanımlarla boş muhabbeti ve şeftâliyi hiç sevmem. Bir sefer büyük oğlan bir kız getirdi eve; konuşkan, erkek gibi ve kıpırdak bir kız. Pek sevdim. Giderken kitabını unutmuş sedirde. Şöyle bir kurcalayayım derken çoktan akşamı etmişim; ne yemeğe el sürmüşüm ne de evin işine. Kitabın adı Raziye; Melih Cevdet Anday yazmış. Adam bilge mi, âlim mi, peygamber mi ne... Her lâfı işledi içime. O gün bugündür elimden kitap düşmez benim. Ömrüm Arnavutköy' deki mahallemizde geçti; şehrim de ülkem de dünyam da mahallemizden ibaretti; gözüm kitaba ilişene kadar...
Eşim, oğlanlar dalga geçti durdu; sonra da evde bana karşı bi saygı duruşu oldu. Elim pek lezzetlidir. Taş kaynatsam şapur, şupur yersiniz evlâdım. Şimdi bu kadın niye durduk yere kendi sıkıcı hayatını tasvir ediyor diye düşünüyorsunuz. Düşünmeyin yavrum ben söyleyeyim; bundan birkaç ay önce, kırk yıllık komşum, çocukluk arkadaşımın beyi, mahalle ahbabım Fikri'yle gözgöze geldim. Ne yalan söyleyeyim, günahı boynuma; Fikri'ye o anda tutuluverdim. Münevver'dim, Mücevher oluverdim...

İKİSİ BİRDEN

Mahalle uykusundan uyanırken, dükkanlar serin ve mavi sabaha açılırken,
Yağmurla güneş sokakta ip atlarken,
Kimsecikler, kimsecikler yokken birimiz pencereden bakar, birimiz boş dükkânın önünde halâ rüyasındaki sesleri işitirken gözgöze geldik...
Aylar oldu; konu komşu hâlimizi duydu; kimse açmadı konuyu... 

FİKRİ
Yarın taşınıyor Münevver mahalleden...


20 Kasım 2013 Çarşamba

ÇOCUK

Sıradan birgün sokakta öylece yürürken minübüsün altında kalmadığın;
ekmek almaya giderken ölmediğin;
bi ağacın canını korurken başından vurulmadığın;
okulda, bir gerizekalı tarafından yapılmış lavabonun altında kalıp can vermediğin;
cinsel tercihini, dìnini, mesleğini özgürce seçebildiğin;
borçların değil de bolluğun içine doğduğun;
doya doya ve bilinçle beslendiğin;
üşümediğin kuzucuk, üşümediğin;
ırkın, dilin, kaşın, gözün bahane edilerek dışlanmadığın;
sokağa çalışmak için değil, sadece oynamak için çıktığın;
kusursuz bir eğitim sistmeninde güvenle öğrenim hayatı sürdürdüğün;
yaşam koşulları nedeniyle mahvolmamış, bilinçli ebevynler tarafından yetiştirildiğin;
tecavüze, pedofiliye maruz kalmadığın;
mutlu, rahatı yerinde, ne yaptığını bilen öğretmenlerin elinde büyüdüğün;
aç kalmadığın;
doğayla; hayvanlarla, çiçeklerle, bulutlarla ilişkisi güzel olan yetişkinlerin arasında gülüştüğün;
beyinsiz bir belediye çalışanının yaptığı hata yüzünden çukura düşmediğin, anneciğinin kucağına çöp poşetinde ve cansız bedeninle verilmediğin;
silah sesi duymadan, göçük altında kalmaktan korkmadan, şiddete uğraman uyuduğun; sütlü sütlü, mışıl mışıl uyuduğun,
uçurtmalı, balonlu, yolculuklu, şekerli anılarla çoğaldığın bir dünya diliyorum senin için... 
Sevildiğin, gülümsediğin ve gülümsediğin ve gülümsediğin bi dünya ...
Çünkü sen eşsiz bir mucizesin, hayatsın, bilgelerin bilgesi, güzellerin en güzelisin çocuk... 



TADİLÂT NEDENİYLE, İBLİSİN KRALIYIZ!





İster börekçi Emine Teyze olsun, ister çıtır hemşire; ister sahnelerin yıldızı olsun, ister 5 çocuk büyütmüş bi anne; ister liseli bi taze olsun, ister akıl vermeyi kendine iş edinmiş bi yenge, fark etmez... Sonuçta karşındaki kadınsa çok ama çok dikkâtli olacaksın cânım efendim... Özellikle muayyen güne 5 kala...
Sevgili er kişi; bu yazı hepimiz adına yazılmış bi bildirgedir; hem itiraf hem sır niteliğindedir ve emin ol,bu yazı her hâlükârda sana bir hediyedir ... Bu yazı sayesinde anlam veremediğin her davranışın sırrına erecek, kadının habis bir iblise dönüştüğü anlarda nasıl davranacağını bileceksin. Bileceksin diyorum! Lâfımı bölme!...  Afedersin, ne diyordum?... 
Hah! Durum şu ki; hormonlar allak bullak olunca kadının başından çok kötü şeyler geçer:
Bu zor günlerde ne giyersek giyelim yakışmaz, en azından bize öyle gelir...
Eşsiz ve değeri anlaşılmamış bir çiçeğe, yüzü unutulmuş bir aktriste, narin bi kelebeğe dönüşürüz;en azından bize öyle gelir... 
Belli bi seviyenin altındaki her müzisyen Ferhat Göçer'e dönüşür, her yerde kıyamet düdüğü etkisiyle kulağımıza ilişir; en azından bize öyle gelir...
Her zamanki rujumuzu sürünce aniden beşinci sınıf türkücü teyzeye benzeriz, en azından bize öyle gelir...
Çok ses yapan komşuyu, sokakta lâf atan şuursuzu, herhangi bir müşteri temsilcisini pompalı tüfekle infaz etmek isteyebiliriz...
Ağzını şapırdatan arkadaşımıza kin besler, parfümle tüm gemiyi batırabilecek bir yolcuya içimizden çok ayıp küfürler ederiz...
İlk uyandığımızda sesimizle olsun, tipimizle olsun Erkin Koray'ı , Erol Evgin'i, kişiye göre Erol Büyükburç'u , İlhan İrem'i  andırabiliriz; en azından bize öyle gelir...
Her adımımız, yere attığımızı birer tekmedir...  Kafamız korkunç senaryolar üreten muhteşem bir yazar ekibiyle dolar; sıkı çalışıp dakikada 8-10 kırıcı hikaye yazabilirler...
Kimse telefonlarımıza çıkmaz, facebookta- twitterda-instagramda görünmezleşiriz; en azından bize öyle gelir...
Ruhumuzun bi yerlerinde sürekli Halil Sezâi çalar; O 'İiissyaaaağğn!' dedikçe ayaklanırız... 
Çoğumuza hiç yakışmasa da kendimizi şirin ve mızmız birer kızçocuğu gibi hissederiz... 
Sesimiz çıkmaz, sipariş verene kadar canımız çıkar, asansörler daralır; Allah belamızı verir! ... Eh; en azından bize öyle gelir...
Dünyanın geri kalanı elinde kadehlerle 'hahaha' diye eğlenirken, bir köşede yalnız bırakıldığımızı hissederiz...
Nesli tükenmekte olan bi örümcek türü için ya da dandik bir reklâmı izlerken ağlamaktan çatlayabiliriz; insanlık elden gidiyordur çünkü; en azından bize öyle gelir...
Lâf sokarız, göz büzeriz,'Yeter be yeter!' deriz... 
Herkes gerizekâlıymış da bir biz akıllıymışız gibi hissederiz...
Herşey imkânsız, zor ve boğucu bi hâl alır...
Uykuyla aynı yatağa asla sığmayacak ne kadar kötü anı, ters olasılık, keder ve öfke varsa gece başımıza üşüşür...
Şişmanlar, kurdeşen döker, üşür ve aynı anda sıcaklarız...
Saçlarımıza kesinlikle söz geçmez; o saçı adam etmeye kollarımızın gücü yetmez... 
Zaten zor geçen bugünlerde toplu taşım yolcuları, sokaktaki insanlar, vapurlar ve tramvaylar bize düşmanca davranır; en azından bize öyle gelir...
Bundan böyle hayatımıza yeni ve güzel birşey girmeyeceği gibi, var olan güzelliklerimizi de bir bir kaybedeceğimizi düşünür hatta hayal eder, kendimize acırız... Lanetleniriz; en azından bize öyle gelir...
Çiçekler, yemekler ve perdeler bi gıcık kokar; en azından bize öyle gelir...
Çikolata, turşu, dondurma vs... gibi tehlikeli şeyler dışında bi dostumuz kalmaz şu fâni dünyada; en azından bize öyle gelir...
Başka şehirlerdeki akrabalarımızı özler, doyasıya gözyaşı dökeriz; tüm dünyayı terbiye edecek bilgiye ereriz; en azından bize öyle gelir...
Yıllar önce yarım bıraktığımız bi kavganın finâl cümlesi nihayet aklımıza gelir; şeytanca ve zehirlidir... 
Biz adım attıkça apartmanın merdivenleri çoğalır; iş arkadaşlarımız gevezeleşir; herkes bizi gıcık etmeyi iş edinir; en azından bize öyle gelir...
Beceriksizleşiriz, sık sık gözümüz dalar; dünyadaki tüm bebekler aynı anda ağlar; en azından bize öyle gelir...
Rengimiz değişir, dünyanın rengi de...
Okuduğumuz roman, izlediğimiz film, dinlediğimiz şarkı bize ' al başını git artık, bir adaya yerleş, domates yetiştirerek yaşa.' der; en azından bize öyle gelir...
Tiyatroda önümüze Hidayet Türkoğlu oturur, bakkal bilmediğimiz bi dilde konuşur; en azından bize öyle gelir...
Bilgisayarımız yavaşlar, telefonumuz hiçbiyerde çekmez, kırk yıllık sevecen komşumuz 1 günlüğüne çirkinleşir; en azından bize öyle gelir...
Tüm yemekler bozulur, sevdiğimiz tüm meyvelerin mevsimi geçer (1 günde diyorum ya!) ...
Zeki Müren' i özleriz ve evet, Zeki Müren de bizi özler; en azından bize öyle gelir...
... 
Geliiirrr ve... korkmayın, muhakkak geçer... Hiçbirşey olmamış gibi, feleğin çemberinden geçen biz değilmişiz gibi, ruhumuzdan sinsi canavarlar hiiiç geçmemiş gibi kendimize geliriz...
Yıllar geçse de her seferinde bu belirtilere hayret ederiz; etkiler geçince 'haaa... Regl yüzündenmiiiş...' diye idrak ederiz. Herşey bittiğinde ise oluruz bi Madonna! (En azından bize öyle gelirrr;)
Özetle birkaç saat ya da gün (kişiye göre değişir) idare ediniz efendim... İdare ediniz beyfendiciğim, idare ediniz bebe ruhlu karşı cinsim... Çünkü bizi ya içtence şefkât ya da donanımlı bi şeytan çıkarma ayîni aklar böyle günlerde...
Derin bir nefes alınız, tanınmaz hâle gelmiş kadına gülümseyiniz; aklınıza güzel bişeyler getirip kadını oyalayacak bi malzeme bulunuz... Sevgiyi seçiniz, kazanan siz olacaksınız. Böyle günde tatlılığını esirgemeyen adam candır, canandır, cânım efendim; efendilerin şâhıdır...


Sabır, sabır ve sabır diliyorum ...




13 Kasım 2013 Çarşamba

ES

Kimisinin hayatın bir odasındaki pencere açık kalmıştır. Kimisi bundan yıllar yıllar evvel bi odadan ayrılırken bir pencereyi açık unutmuştur. Eser de eser... Gizli bi pencerenin önünde tüller uçuşur; tıkırdayarak yere dağılır esinti; bilyeler gibi... İşte o pencere bazan öyle bi anda alır ki rüzgârı içeri; mucizelere inanmanı sağlayacak bi deneyim yaşarsın. 
Bazan olmadık bi yerde üşütür , 
bazan küçük bi bakışla canının kıyıldığında acıyı uçurur,
bazan ruhunun imdadına yetişen bi suskunluk olur, 
bazan tüm sıkıcı sesleri susturur,
bazan boğulmaktan kurtaran ilk soluk olur,
bazan bu minik esintiyle bi balonun hayatı kurtulur...



Öyle işte... 

6 Kasım 2013 Çarşamba

BEYHÛDE HANIM'IN BAĞCIKLARI


Horlama sesleriyle martı seslerinin birbirine karıştığı saatlerde; pencereye çıkar Beyhûde... Yaklaşık ellisinde; kendisine yaş sorarsanız otuzbeşinde...
Beyhûde, tanıdık bir tasanın pençesinde: aile... Bir büyüğümüzün dediği gibi 'her aile kendine özgü bir çile.'...
Bir insan ne zaman büyüyüp serpilip kendi yolunu çizerse, o zaman dallanıp budaklanarak çoğalır bilindiği üzre... Peki insan ailesinin cenderesinde eriyip giderse? 
Kardeşleriyle ilişkisini çözemez, annesinin gözlerini göremez, babasının sevgisine eremez, dayısıyla küslüğünü gideremezse?...
Halasıyla bir türlü gülüşemez, kuzenleriyle rekabeti yenemezse?...
Altın dişli almancı akrabasıyla, banyoda aryalar söyleyen ablasının dostluğunu çekemez; çorbayı sesli içen ninesine sesini yükseltirse? 
Büyükbabasının hafif uykusuna gülüp geçemez, kapıları çıt çıkarmadan açarken pis pis söylenirse?
Küçük amcasının kırk yıl önce söylediği lâfı içerler, fotograflarda üzgün çıkan ağabeyine 'Allah' ın sopası yok' filân diye kendince dersler verirse? 
Çocukluk düğümlerini çözemez, incecik ve kocaman bağcıklarla dolu ipliklerle asılı kalırsa ailesine?
Ne olur? ... Olaylar şöyle gelişir;
Beyhûde gelir ellisine; 
aklı halâ annesinin kimi daha çok sevdiğinde;
her gece pencerenin önünde;
ölüp gitmiş büyükleriyle söyleşmekte;
bütün hesaplaşmalar sanki ölülerle!
Takılıp kaldığı her küçük düğümle;
yaş almaz oldu bîçare; yıllardır hep ama hep otuzbeşinde...
Kıskandığı teyzesiyle, kırgın olduğu yengesiyle, yolunu gözlediği yeğeniyle kafasının içinden didişmekte. 
Hayat renkli, neşeli, eşsiz sokaklara kadar uçsa bile; insanın temizleyip en bi güzel bahçeye yerleştirdiği bir salıncak değil mi aile? Ucu yok bucağı yok; dal dal, oda oda; boy boy; iklim iklim olur soy dediğimiz şey ille de...
Ah Beyhûde; başka hayatlardan korktuğun için kendini hapsettin ailene, gerisi bahane. Çöz kabîlenle olan ilişkilerini de yürü git işine...
İşte böyle bir gece:
bundan bin yıl önce yaşamış bir çocuğun lâfı düştü pencereye;
Harf harf damladı Beyhûde' nin deliliğine: 'Yıldızların peşinden gidiyorum anne; başka şehirlerin gecesinde de benim için hayat var bence!'
Ya... Kalbine şifa oldu tarihe karışmış, el kadar bebe... 

30 Ekim 2013 Çarşamba

PARLEMENT RÜYA KULÜP SUNAR



Bakalım bu gece vizyonda hangi rüyalar varmış; 

Salon 1 
'NİKİ BENİ SORDU MU?' 
Aile rüyası, genel izleyici... 
-Olur, olabilir... Piknik tadında bir rüya, güzel. Bunu aklımda tutuyorum. Ama önce, diğer salonlarda neler var, bi görmek istiyorum. Haydi bakalım, devam!

Salon 2 
'ANNE, SEN BARBAR MISIN?' sanatsal ve çocukluktan kalma ögelerle bezeli, Avrupa tarzı rüya...  Bu yılki birçok sanat aktivitesine ilhâm vermiş bir eser. 
-A! Bu rüyayı çocukken izlemiştim. 18 sene sonra neden yeniden vizyona sokmuşlar ki bunu? Bi anlamı olduğuna eminim. Bu bi işaret!  Anlarsınız ya(göz kırpar) , yoksa neden durup dururken bi çocukluk rüyası girsin ki vizyona?... ...  

Salon3:
'BALONCUKLAR PATLATKEN GEL CEYKIP.'
Bi köpek ve bir motorsikletin dostluğunu bozan çocuklar hakkında. Köpek ve motorsikletin kavga sahnesi ve motor sesinin köpeğin sesini havadan silme anlarındaki sihirli şiirsellik bu rüyaya çok Oscar getirir.
-Çok sevdiğim bir rüya, bugünlerde eşe dosta çok bahsettim. Denk gelirseniz siz de bu rüyaya bi şans verin... 

Salon 4: 
'SENİ UZAKTAN SEVMEK, AŞKLARIN EN GÜZELİ.'
Yeşilçam remake'i bi klasik. 
Sevdiğinin uçurumdan denize düştüğünü gören bir kızın hikâyesi. Acıklı ve ürpertici sahneleriyle etkileyici bir pskilojik dram . 
-İlginç, evet. Acaba izlesem mi? Azıcık ağlar rahatlarım hem. Ama yok, çok ağır, ben almıyim. 

Salon 5
'FIRFIRLI HAYAT'
Ada vapurunda geçen, en iyi ışık tasarım ve mükemmel zamanlama ödüllerini toplayan tutkulu ve romantik bi film. 
-Havada karada yine izlerim!

Salon 6
'Bİ YERDEN SU SESİ GELİYOR'
Daha önce farklı rüyalara da ev sahipliği yapmış bir mekânda çekiliyor. Ancak rüyanızda gördüğünüz ve çok bildik bir uçurum. Yeşil, yüksek ve deniz kokulu. Oradaki gizemli evin hikayesini bir denizatının ağzından dinliyoruz.
-Çok etkileyici! Bunu bi gündüz seansında izlemek süper olur!

Salon 7

'BENİ EVE GÖTÜRÜN'
Evden telâşla çıkıp servise ayakkabısıyla değil de ev terliğiyle binen bir kız öğrencinin başından geçen maceralar. Komedi. Servis bir türlü okula yetişemezken, kız külotlu çorabıno giymeyi de unuttuğunu hatırlayarak yeni bir paniğin kapılarını açar. Servis okula yetişebilecek mi?
-Bu ne ya! Ergen rüyası. Ben gülmem bu komiğe...

Salon 8
'SAKIZ'
Dram. Başından felâketler geçen bir genç; 8 kişi girdikleri mağaradan rek kişi olarak çıkıyor. 
-Öf! Reality show mu rüya mı belli değil, istemem. Ticari rüya mıdır nedir?

Salon 9
'MUAYYEN GÜZÜMDEYİM AŞKIM'
Çikolata şelâlerinden kovalarla çikolata taşıyan kadınlar, çilek ağaçlarında salıncak kurup şarkılar söylüyor...
-Rüyanın konusu bile şişmanlattı 
beni. Diyete ara verince izlemeli...

Salon 10

'YEŞİL FİL NEREDE?!!!'
İçinden fil ordularının geçtiği bir belgesel. Bu orduyla bir kız çocuğunun karşılaşmasını anlatıyor. Kız yıllar önce kaybettiği yeşil filini ararken kaybolduğu ormanda bir fil ordusuyla dost oluyor. 
-Çok ama çok acıklı. ... -da 'Bu nası belgesel ya! Kız çocuğunun vahşi doğada ne işi var?' Filan gibi saçma sorular sormaya başladığıma göre uyanıyorum. Olamaz!... Vizyondaki mükemmel rüyaların anlamlarını göremeyecek kadar uzaklaşıyorum ; bütün hikayelerden kopacak kadar ölüyorum. Bir bardak su içip gözlerimi rüya salonlarına çeviriyorum. Uyanık hâlime kanmadan hemen uyku geçitlerine koşmaya başlıyorum. Sonra uykuda yeniden hayata dönüyorum ve rüyalar alemine kavuşuyorum. Bana iyi seyirler... Ve tabii size de...

Not: Rüya önermek isterseniz bana nasıl ulaşacağınızı biliyorsunuz... 

İmza: Bir rüyasever

23 Ekim 2013 Çarşamba

HEY SEN! ŞİMDİ KULAKLARINI AÇ VE BENİ İYİ DiNLE DOSTUM, YOKSA PİŞMAN OLURSUN. BU ELİMDE GÖRDÜĞÜN TÜFEK 36 KALİBRELİK Bİ CASTELLO!





















Sevmeyi şarkılardan öğrenen bir kız çocuğu, eserin gerektirdiği gibi 'sevdiğinin ismini, mendile işledi, yaleleyli!' ... Gülmekten ve hatta çok büyük bi şefkâtle gülmekten başka bişeyle karşılanamaz bu saf sevgi... 
Bu sevginin saflığı gittiğinde, 
bi sabah deniz gökyüzüne dökülüverir;
Bi gözyaşı damlası, gezegenlerin arasına karışıverir; 
Hayatından vazgeçmiş yunuslar yıldızlara atlayarak toplu intiharları başlatıverir... 
Bulutlar ağaçların altında kalıp can verir... 
Ve - inanılmaz ama- bazı yerlerde  bi binanın tepesinden atılan bozuk para, düşerken eşsiz bir cinayet aletine dönüşür, saf sevginin son temsilcisilerden nadide bi gencadamı öldürüverir... 
Elmaya olan sevginde;
Kurşun kaleme ya da büyük halana duyduğun sevgide;
adını hatırlamadığın ilkokul arkadaşına ve bi kafenin masaörtüsündeki renklere duyduğun sevgide,
Bi fotografa ve buzdolabı kutusundan çıkan plastik baloncukları patlatmaya duyduğun sevgide
karpuza ve ayaklarını kuma bastığın âna duyduğun sevgide,
İsmini sevgilinden duymaya ve kahvenin yanında dondurma yemeye olan sevginde,
Çıtçıtlı gömlek iliklemeye ve ailene olan sevginde, 
patlayan şekere ve müziğe olan sevginde,
İşine ve bi kapıya olan sevginde böyle bi saflık varsa hâlâ sende iş var demektir. Devam edebilirsin bebişim. 

9 Ekim 2013 Çarşamba

CEVAP: GÖLGE



Merhaba, ben Anita' nın gölgesiyim. 12 yaşındayım ve mutuluyum. Ben bu güzel dünyada 2 mükemmel kız çocuğunun ruhuyum. İkisinin de gölgesi benim. Nasıl mı? Bu arada Anita'nın olduğu gibi Nina' nın da gölgesiyim, söylemiş miydim? Nina Havai' de , Anita Türkiye' de yaşıyor. Güneş Türkiye' den doğup Havaide batıyor ve Havai' den batıp Türkiye' den doğuyor. İşte benim yolculuğumun başrolü; güneş! Güneş nerede, ben oradayım. Aydınlığın, renklerin içinde küçük bir karanlığım. Diğer küçük karanlıklarla dost olmaya kararlıyım. Çünkü biliyorsunuz, gölgelerin vurduğu yerler hep tuhaftır; duvarlar, yerler, sevgilinizin yüzü, su, cam vs... oho.. oğğ! Çok renkli ve masalsı bir hayat bizimki ve bizim de sizler gibi güzel ilişkilerimiz var tabii ki... Biraz hayatımızdan bahsedelim, ne dersiniz? Yalnız 1 şartla, biz de bir dostluk göstergesi olarak, sizden mektup bekliyoruz ... Anlaştık mı? Tamam. 
Bakın bizim hayatımızın sokaklarında neler oluyor?...Büyüyüp küçülerek yürümek sanki bir süpergüç gibi. Bir elin gölgesini, elin asla dokunamayacağı bir yerde parmaklarıyla ritm tutarken görebilirsiniz.... Size bir de itirafımız var; ne zaman sizden biri fotograf çekse, bir gölgenin günü güzel geçer. Çünkü ancak birinin yüzüne düşen gölge ölümsüzleşir. Fotograftaki başka hiçbir gölgeye gözlerinizi dikip bakmazsanız . Sanatçı filân değilseniz tabii. Sanatçılar konusuna hiç girmiyorum; çünkü onlar bizi hiç ama hiç anlamadı. Sürekli bizden spritüel birer sanat çalışması gibi bahsetmelerine aramızda çok gülüyoruz. Bir de yapay gölgelere; yapay ışık vesilesiyle oluşan gölge müsvettelerine. Gerçi Oğuz' un gölgesi karanlıkta çıkan gölgelerle takılmak için para biriktirdi. Karanlık merakı tehlikeli şeyler yaptırabiliyor. Hem bilemeyiz, henüz karanlıkta yaşayan gölgelerle hiç tanışmadık ki... 
Başka? ... Başka... Hah! Meselâ bazan  bir oyuncak bebeğin gölgesi, bir adamın gölgesinde kayboluyor. Bebek ağlıyor; kaç yaşında olursa olsun... Kaybolan gölgeler nereye gidiyor, kimse bilmiyor. Ama belli ki buradan güzel bir yer, dönen hiç olmuyor. İşte bölye... 
Bazan hayatımızın üzerinden çöp arabaları geçiyor. Çoğunlukla bir gölge eksildiğinde ve bütün sesleriyle... bütün kötü kokan kirli sesleriyle... Olsun...  Çimenlerin de bulutların da gölgesi olmak güzel... Ben ormandaki ağaçların gölgelerine çok özenirim oldum olası; yeşil ve serin bir kalabalık, bir ağacın ayakucunda... Mis gibi...  Bazılarımızın da tüm ömrü, ıssız mı ıssız bir çölün ortasında takılı kalmış bir dala yârenlik ediyor; bütün kumlu ömürleri aynı geçtiği hâlde birbirlerini hiç tanımadan, siliniyorlar güneşin hafızasından, yeryüzünün ayrı uçlarında... Bazılarımız da -çok şanslı olanlar- şelâlelerin görünmez yerlerinde, mağara oyuklarında, ağaç  dallarında, bebek burunlarında yaşar. A! unutmadan, güzel kızların kirpiklerinin gölgeleri de şanslıdır! 
Ben Anita ve Nina' nın, dünyanın iki ayrı ucunda yaşan bu 2 minik kızın gölgesiyim ve inanın; bir gün bu kızlar karşılaşırsa bu durumu nasıl açıklayacağımı hiç bilmiyorum, bu biiiiiiir! Şuna da eminim ki kızlar tanışsa, birbirlerini çok severdi! Bu da ikki! Size birşey itiraf edeyim mi? Hayatım boyunca geceyi hiç görmedim. Şöyle gizlice bakabileceğim kadar bile yakın olmadım karanlığa. Çünkü ben karanlıkta kaybolup diğer hayatıma doğuyorum. Anita son günlerde çok yoruluyor, dolayısıyla ben de. ... ve Nina'ya gittiğimde hep yorgun, silik ve belirsiz oluyorum; korkuyorum kız endişelenecek diye. Düşünsenize, bir gün gölgeniz bir yerde uyuyup kalıyor! "Delirirsiniz herhâlde!" diyeceğim ama hemen fark edeceğinizden şüpheliyim.  Hiç inkâr etmeyin, aranızda gölgesinin kaybolduğunu 2 günde, 9 haftada, 7 ayda ve evet arttırıyorum: 11 yılda anlayacak çok kişi olduğunu siz de biliyorsunuz. Neyse... Konumuza dönersek... 
Buradan size selâm göndermek istedik. Arkadaşlarla toplandığımız bir akşam, Emrah' ın gölgesi "bence toplanıp aramızda bir mektup yazalım, yeryüzündeki insanlara gönderelim" dedi, biz de yazdık. Mektupumuzun teması şöyle, size cümlemiz yani: Haberiniz olsun gölgelerinize siz hayat veriyorsunuz. Siz gidersiniz o gider; yanınızda tintin eder çünkü! 




2 Ekim 2013 Çarşamba

ŞEYTANIN ARMAĞANI



Hediye Hanım, ölümünden 1 saat önce içindeki kötülükten kurtulabildi. 1 saatliğine de olsa gönül rahatlığınu tadabildi; açıkçası kimse daha fazlasını hak ettiğini düşünmedi... 
Hediye Hanım' ın becerikli annesi, belli ki doğurduğu iblisi, sandı Tanrının kendine bir hediyesi... Neyse... İsmiyle böyle uzak düşen tanıdığım ilk  insan... Hediye Teyze... 
Şimdi ölünün arkasından kötü konuşmak hoş olmaz, bu yüzden olayları olduğu gibi, yorumsuz anlatacağım...
Hediye 5 kardeşi arasında tek kız çocuk olarak büyüdü... 2-3 yaşına gelip konuşmaya-yürümeye başladığı an kendini belli etti. Her çocuk gibi minik ağzından çıkan ilk kelime 'anne-baba-dede vs...' gibi sevinç uyandıran bir kelime değildi. Ağzından duyulan çıkan ilk şey ağabeyinin dayak vesilesiydi: 'Ömer, bundan, püfff püfff!' ...Cümleye eşlik eden minik parmağıyla da sigara göstererek ailesiyle ilk diyaloğu bir ispiyon olan bir kız çocuğu... Elbette 3 yaşında olduğu için herkesi güldüren ispiyonlar oldu herbiri. Fakat büyüdükçe açığa çıkardığı gizler de büyüdü Hediye' nin... Komşu teyzenin yıllardır birktirdiği paranın yerini söyleyiverdi bir kez ulu orta meselâ. Kadıncağız o parayı tam 16 yıldır kimselere belli etmeden, çekip gidebilmek için biriktirdiği için Hediye' yi asla affetmedi... Artık kimse affetmiyordu Hediye' yi. Ara sıra yalan ispiyonlarla da korkunç sonuçlara vesile olmaya başladı hasba. 'Dayımı bir adamla elele gördüm!' dediği gün, 9 kişi öldürürcesine dövdü dayısını, Hediye üzülmedi. Varmış böyle insanlar, demek ki... Doğuştan zarar vermeye yetenekli... Dayısıni kimseyle el ele görmemişti; ama velev ki görseydi! Yani...
Hediye 16 sına geldi... Mahalleye misafir gelen bir genç adam kötü kızımızı beğendi. Öyle beğendi ki söylenen herşeyi bir kenara itip Hediye' yi alıverdi. Nami Efendi... Yakışıklı, görgülü, naif bir beyefendi... Ah! Neden ömür dostu olarak Hediye'yi seçtin cânım efendi! Neyse... Hediye aslında ne kötü, ne kötü niyetli; doğuştan gelen üzüntüsü sayesinde iflâh olmaz bir ispitçi. Sırları açık edip akışı bozma konusunda pek becerikli... Hediye... Tabii ki Nami Efendi' yi de rezil etti... Evlenince taşındıkları yer sessiz ve ağaçlı bir muhitti... Hediye gündüzleri evde, geceleri pencerede kendini yiyip bitirdi. Neden mi? Etrafta sır, söz, yıkım eksikti. 
İncecik çevik vücudu, dümdüz uzun saçları ve iri memeleriyle güzel ve gencecikti. Bütün öfkesinin çirkince patlak verdiği yer burnundaki sert kemerdi... Çocukluğundan bu yana kimsenin kendisini sevmesine müsade etmeyen Hediye , ıssızlıkla kendini iyice dinledi; karar verdi: Nâmi Efendi' nin sevgisine boyun eğecekti. Evet, kötülükten beslenenler için sevgi 'boyun eğilen' bir şeydi... Gel zaman git zaman karılı-kocalı mutlu bir aile resmi çizildi. Sevgi, kötülüğü ehlileştirebilir miydi? Belki... Derken bir sabah eve müjde geldi; Hediye tamı tamına 4,5 aylık gebeydi. Bebek! Bebek kötülüğü ruhtan silebilir mi?! Zamanla herkes görecekti. Nâmi Efendi, Hediye' ye olan inancını hiç kaybetmedi. Fakat Hediye halâ üzgün birini daha da üzme, 
cesaret edemediği şeyleri yapanların hayatında keder arama,
toplum içinde insan kırma,
birinin en hassas sıkıntısına parmak basma,
ağlayan birinin içindeki umut kırıntısını katletme gibi eylimlerdeydi... Nihayetinde bebek dünyaya geldi; dünyalar güzeli kızın adı Nafile' ydi. Eh, Hediye gibi biri bebeğini tamı tamına sevecek değildi; sevemediği gibi,  kızı isminin boşluklarla dolu manâsına hapsetmeyi seçti. Nafile... Çiçek gibi ve temiz kalpliydi. Nafile' yle birlikte vücudundan sökülüp çıktı iyilik filizleri. Hediye yeryüzünde kendisini seven tek insanı, Nâmi Efendi' yi ihbar etti. Ya, evet... Söylemiş miydim, Nâmi Efendi kendi çabalarıyla mülteci öğrencilere küçük bir öğrenci evi temin etti. Bu evde çocuklar güvenle ve iyi bir eğitim eşliğinde yaşayıp gitmekteydi. Fakat devlet meselelerindeki karışıklık  yüzünden bu olay illegâldi. Hediye' nin çirkin eli o eve de değdi... Nâmi Efendi hapse girdi, Nafile kızımız 15 yaşında evi terk eyledi. Hediye artık geleni geçeni iki lâf etmek için yoldan çeviren yalnız biriydi. Kendini iyi hisseden birinin kalbinden tüm ümitleri sökmeden edemezdi. Büyüklü küçüklü felâketlerin baş nedimesiydi. Nâmi Efendi' nin gidişiyle eve doluşan konuyu komşuyu da canından bezdirmemiş miydi? Yeni boşanmış bir taze, zaten kaygı içinde, kulağına korkunç şeyler fısıldadı Hediye; kız daha evine gidemeden kaldırıldı hastaneye... 
Can güvenliği için adres değiştiren halasının yerini belli edip, eski eşi tarafından sakat bırakılmasına da neden oldu Hediye...
Bir cenazede, onca acının kederin içinde 'hırsız' diye iftira attı bir yeni geline... 
Vesaire... vesaire... 
Geldi 78ine Hediye; aslında çok da yaşlı olmadığı hâlde, sanırsın kadın 98inde; içi pek kirli de...
Öyle bildiğimiz hikayelerdeki gibi acılar içinde filan değil de, bolluğun rahatın içinde yaklaştı ölüme. Bir iyilik geldi ansızın üstüne, ölümünden sadece 1 saat önce kalbi sevgilendi delice... Kimse göremedi son anda kadına gelen insaniyeti... Öylece kötü doğup, kötülüklerle hayatları bozup, sadece 1 kez sevilerek evinde öldü ... Hediye... 

25 Eylül 2013 Çarşamba

MELİNDA' NIN EVLERİ



Melinda ne zaman mavi bi kapıdan geçse, hayatının yeni bir evine girer... Her yeni insanla, her yeni işle, eşyayla, şehirle, şarkıyla, meyveyle ve sevgiyle yeni bir evin kapısı açılıyor ya hayatımızda, öyle...
Bu 'mavi kapı' efsanesi Melinda' yı hepimizden şanslı kılıyor işte...
Meselâ bir seferinde adres sormak için girdiği mavi bir kapıdan, elinde onlarca kitapla çıkmıştı... 
Saatler süren bir yolculuğun sonunda  girdiği mavi bir kapıdan, çocuğunun babasını göreceği eve girmişti. 
Bir seferinde de yepyeni bir dil öğrenmesine vesile olacak bir arkadaşıyla tanışacağı bir bahçeye girmişti... mavi bi kapıdan...
Hatta birgün, o kutsal gün, mavi bir kapıdan fotograf makinasıyla girdiğinde çocuksu bir masalın içine ilk adımını atmıştı... 
Mavi kapılı bir köy otobüsüyle,  suyu gülümseyen derelerin yanından geçmişti...
Bir seferinde, ölümsüz bir hikâyenin ilk kelimesi olacağını bilmeden, mavi bir kapıdan içeri 'günaydın' diye seslenmişti... 
Mavi kapılı bir kilisenin içinde gördüğü bir çocuk, Melinda' yı sardunyalı hikayelere sürüklemişti...
Mavi kapılardan geçerek; sevilip üzülerek; bırakılıp eksilerek; serin uykuların içinden yürüyerek; çiçeklenip böceklenerek; elleri titreyerek yeni bir kapının önünde buldu kendini Melinda... Kapının kolunda el değmemiş anılar, sesler ve sorular asılıydı. Bin kapıdan geçip bin ev gezmiş Melinda, şimdi 83 yaşında... Bundan sonra uzandığı her kapı kolundan ölüm şarkılarını duyacak yaşta... Şimdiye kadar cesurca içeri daldığı kapılar gibi; arkasına bakmadan çarpıp çıktığı kapılar gibi, içinde ölüm de olsa bu kapıdan da girdi... İlk kez tedirgindi... Ama onun da bizim de bildiğimiz gibi; Melinda zaten ölüme de mavi bir kapıdan gidecekti; gitti... Kapıyı yavaşça itip içeri girdi. İçeride sessizlik ve derinlik hakimdi. Bu ev şimdiye kadarkilerden çok ama çok gizemliydi. Ölüm yaşamdan daha mı renkliydi? Kimse bilemezdi... Melinda iyiden iyiye ürperdi. Birden uzak odalardan birinden küçücük bir ses geldi: 'Melinda? Sen misin ? Başlıyoruz gir artık içeri...' Melinda sesi takip etti. Yaşasın! Korktuğu başında gelmemişti! Ne ölümü? Bu yeni ev hayatın ta kendisiydi... Bu ev yaşlılığın bilge kalesiydi... Ölüme daha birkaç kapı daha vardı belli ki...


Söylediğim gibi... Melinda ne zaman mavi bir kapıdan geçse, hayatının yeni bir evine girdi...
Hayatımızın bi yerinde mavi bi kapı hep olsun...





17 Eylül 2013 Salı

BEN MİNE


Fotograf: Hülya Aydın




















Yanlışlıkla size ait olmayan bir diş fırçasını kullanma olasılığınız %50... Bir restaurantın tuvaletinde klozet kapağını kapalı görünce, hayâl gücünüzün de azizliğiyle, kusma olasılığınız %30... Uzaktan selâmlaşmayı tercih ettiğiniz için kaprise mãruz kalma olasılığınız %90... Yanlış gole sevinme olasılığınız %23... Söylediğiniz yalanı unutmanız %54 olabilir...
Peki bir sahafın sepetinde duran yüzlerce eski fotograftan birinin, çocukluğunuza ait bir fotograf olması olasılığı kaç sizce?... Ben bir tahmin yürütemiyorum fakat %0,00005 se bile olasılık olasıktır ve başınıza gelmesi imkânsız olan birşey yoktur. Emin olun... İlk kez gittiğim bir şehirde sahafları dolaşırken bir sepet dolusu fotograf gördüm... İkinci el fotograf da satılır demek ki: ikinci el anılar... 'Başkalarının anılarını saklamayı kim ister ki?' diye düşünürken, satın almak için birsürü fotograf seçtiğimi fark ettim... Demek ki böyle bir delilik var hepimizde. Belki fotograflara bakıp tahminler yürütmek için, belki sadece acımak için, belki özenmek, belki korumak için ya da belki öylesine istiyoruz yabancı hayatların vazgeçilmiş anlarını... Böyle meraklı bir açlıkla sepeti kurcalarken fotograflardan biri dikkatimi çekti, hayır, fotograftaki çocuk elimi tuttu demek daha doğru olur... Çok tanıdık gelen bu çocuk ünlü biri miydi ? Hayır. Peki tanıdığım biri mi?Evet. O çocuk bendim. Bakakaldım! Dükkân sahibine fotografı nereden bulduğunu sordum ve tabii ki yanıt alamadım. Fotografın arkasındaki yazıyı okuyunca bütün sorular ve bütün yanıtlar anlamını kaybetti zaten... 4-5 yaşlarında olduğum fotografın arkasında 
' Kızımız Mine... Gözleri tıpkı seninkiler gibi sevgilim... Kızımız bana bakarken gözlerini üzerimde hissediyorum Aziz... 1971'... .... O fotografta bir ağacın arkasından fotografı çeken anneme bakıyorum , şimdi ise bir sepetin içinde duran küçüklüğüme... Anneme bu sepetin içinden bakıyorum, hiçbirşey göremiyorum. Çünkü benim babamın adı Metin... Fotografı alıp dükkândan çıkıyorum. Dükkandan, çocukluğumdan, inançlarımdan, yüzdüğüm sulardan, fotograftan çıkıyorum ... Çıkıyorum ve 'Aklım beni öldürmeden ben mi aklımı öldürsem?' diye düşünerek yokuş çıkıyorum ve karar veriyorum; anneme önce cinsiyet değiştirmek istediğimi sonra da sırrını bildiğimi söyleyip çekip gideceğim! İzimi kaybettireceğim ve tabii ki cinsiyet filan da değiştirmeyeceğim. İntikam! Bu kararla eşyamı toplayıp hızla anneme giden yola düşmüşüm.  
 Gittim, 

kapıyı açtı,
fotografı uzattım,
aldı,
ağladı,
bana baktı,
sustum,
sustuk,
 yan komşunun bahçesinden sarı bir kedi geçti,

annem "O'nu sevdim kızım" dedi,
ben de "anne cinsiyet değiştirmeyeceğim" dedim,
anlamadı...
İntikam alamadım ama bir yanıt aldım. Bu yanıtla oradan uzaklaştım ... Oradan ve annemden uzaklaştım... 

11 Eylül 2013 Çarşamba

EVET. 2+2 = 5






Fırfırlı bi hayatın ortasında uyuyakaldığınızda, rüyanızda bir okulun bahçesinde patlayan bombayı görüyorsanız, çok tehlikeli bir çağda yaşıyorsunuz demektir... Siz bir kez göz kırparken, neredeyse sesini duyacağınız bir gemi denizde patlıyor demektir. Siz heyecanla tarih yazan bir maçın ilk golünü seyrederken, binlerce ağaç çatır çatır yanıyor demektir. Siz musluk açarken, bir ülkeden savaş helikopterleri aynı anda havalanıyor demektir; aileleriyle vedalaşan pilotların uçurduğu helikopterler.

Fırfırlı bi hayatın ortasında uyuyakaldığınızda, rüyanızda bir okulun bahçesinde patlayan bombayı görüyorsanız, içiniz hep yanacak demektir. Meselâ; bir yudum çay içerken incecik bir yanık geçecek içinizden demektir. Çünkü bir yerlerde çocukların cesetleri çukurlara itilmektedir... Birgün yere düşen küpe tekinize eğilirden demir tadında bir 'ah' geçecek içinizden demektir. Çünkü kilometrelerce uzakta tecavüze uğramış bir kadının son nefesini veriyorsunuzdur... Güzel bi havada hoş bir sokaktan geçerken ani bir baş dönmesi sizi yoklayabilir demektir. Çünkü bi yerde bir ağaç kökünden sökülüyordur...
Siz 18. yüzyılda yazılmış bi eserin sayfasını çevirirken, dizleriniz hızla boşalabilir demektir. Çünkü çatışmada sıkışmış bi genç adamın korkusu dizlerinizden patlıyordur... Siz dönmüş kılınızı dakikalar sonra çıkarmanın garip sevincini yaşarken, ansızın gözleriniz kararacak demektir. Çünkü yıkılmakta olan bir binanın her katında toplu intiharlar başlamıştır... 
Siz 36 ay taksitle aldığınız bir eşya, taksitleri bitmeden bozulduğunda öfkeyle mağazayı terk ettiğinizde, aniden ürpereceksiniz demektir... Yüksekten korkacaksınız, sokaklarda durduk yere düşeceksiniz, kimseye güvenmeyeceksiniz, hırslanıp şişmanlayacaksınız, paralara tutunacak, kronik hastalıklara yakalanacaksınız, kelleşeceksiniz ve ancak sezaryenle doğacaksınız demektir... Çünkü bir tek kelime ile yağmalanıyordur yüzlerce aile... O tek kelime saplanıyordur ihtiyar bir ırkın kalbine...
Siz bir kasada paraüstü hesaplarken birden diliniz tutulabilir demektir. Çünkü toplum baskısı yüzünden yaşamaktan vazgeçen bir genç kızın annesi, bu acı haberi yeni almıştır...
Siz kalabalık bir aile toplantısında sofraya neşeyle otururken, yersiz bir öfkeyle sevdiklerinizi kırabilirsiniz demektir... Çünkü bir şehrin üstüne ölmüş kuşlar yağıyordur...
Siz durmuş bir saatin pilini takmaya üşenirken sert bir işitme kaybı geçirebilirsiniz demektir. Çünkü bir kasabanın derelerinde, kasabanın bütün hayatı akıyordur; ev parçaları, dallar, boş ayakkabılar, saçlar ve perdeler...
Böyle bi çağda yatağınızda uyuyorsanız, uykunuzdan patlamayla uyanıp sıcacık hayatınızda vicdan azabından olma bir karartıya döneceksiniz demektir.
Fırfırlı bi hayatın ortasında uyuyakaldığınızda, rüyanızda bir okulun bahçesinde patlayan bombayı görüyorsanız, savaşın içinde kalmış küçük yeşilliklerde yavaş yavaş deliriyorsunuz demektir...
Sesler hayatınızın üstüne düşecek ve siz böyle yaşamayı öğreneceksiniz demektir; inkâr ve isyan' ın çocuğu idrakla...



(İşin tuhaf yanı bu olup biteni sade ve sadece olduğu gibi yazdığınızda bile ağır bir acitasyon yapıyor gibi görünecekseniz... Keşke... Keşke bu yazı abartılı, arabesk, duygu sömürüsü yapan bir yazı olsaydı, gerçek olacağına... )


Özlem Ünaldı



4 Eylül 2013 Çarşamba

(SADECE HATIRLATMAK İSTEDİM...)


Ağzımda 2 si altın olmak üzere 10 küsür diş var; dolayısıyla sözüme güvenebilirsiniz...
Beni iyi dinlerseniz büyük bir yükten kurtulacaksınız; en büyük engelinizden, kendi yarattığınız hapisaneden... İddialı konuştum değil mi? Eh, 67 yaşında bir kadınım, 3 kez evlendim, 2 kez boşandım (diğeri hakkında konuşmak istemiyorum) ,sayısız bardak yıkadım ve muhtemelen sizin yaşınız kadar ülke gezdim. Yani... rahatlıkla büyük konuşabilirim bebeğim...
Ancak kâbusunuzda görebileceğiniz bir çöl ile ancak hayâl edebileceğiniz bir okyanusun birbirine ne kadar benzediğini biliyor musunuz? Düşünün... Kumun suya, durgun ve hatta bazan akarsuya nasıl benzediğini ... Kumun da su gibi  köpüklü bir şarkısı olduğunu duyuyor musunuz? ... Değil mi... ... Yaşlılarla bebeklerin sayısız benzerliğinin farkında mısınız? Hem ağlarken, hem gülerken gözyaşının tadının aynı olduğunu? Mevlevi felsefesinde en yaşlı semazen ile en genç semazenin el ele tutuşarak bir çemberi tamamladığını biliyor musunuz? Bir döngünün mükemmel bütünlüğü için en benzemediğimizin elini tutmamız gerektiğini görüyor musunuz?

Rica etsem bugün en uzak durduğunuz kişi/fikir/şey ile uzlaşır mısınız? Rica... Naçizane...

31 Ağustos 2013 Cumartesi

PEŞİMDEN GEL

Yokuş çıkarken yorulursunuz... hayatì engeller aklınıza koşar...
Karanlıkta daha çok korkarsınız, uyanıp evde kimseyi bulamayan 6 yaşında bir çocuk olursunuz...
Bir metro vagonunda 20 durak gittiğinizde tahammülünüz çoktan raylara karışır... el bombası gibi bir adem elmasıyla inersiniz trenden...
Ütü yapıyorsanız, dırdır eden domestik bir teyze oluverirsiniz; tarihi bir kitap okurken bıyıklı bir akademisyen...
Bi çocukla konuşurken komik bir oyuncak, ceviz kırarken becerikli bir şempanze olursunuz...
Suya girince ömrü kayada geçmiş bir yosun dalı olursunuz; yalan söylerken iri yarı bir ergen...
Ampul takarken ukalâ bir çırak,
vapurdan inerken 'yurdumuzu düşmanlardan kurtarmış' şerefli bir kahraman olursunuz. (Yo, ben hiç hissetmedim demeyin, inanmam;)... 
....çünkü ruh, vücudun izinden gider bazan... 
Hamakta, bildiği hiç birşeyi henüz unutmamış bir bebek olursunuz... Koca bir bebek...
Hamakta sallanırken, kendinizi çok güvende hissedersiniz. Hamak her derde devadır efendiler, hanımefendiler... Hamak kendi sessiz müziğiyle sizi anne karnına götürür, en güvende olduğunuz yere...
Sallanırken hayat birden güzelleşir... yıldızlar... Birden herşey kolaylaşır... yumuşacık esinti... Çocuksu bi özgürlük duygusu... kuşlar ve kuş sesleri... Uykuya benzer bi mavilik... gözpaklarınız greve... Artık hayatınızı seyretmek için güzel bi yer bulmuşsunuzdur. Bakın, kendinize bir de hamaktan bakın. Dünyayla,yoo, tüm gezegenlerle ilişkiniz değişecek...



18 Ağustos 2013 Pazar

-UYKUNU ALDIN MI? -TÜM DÜNYANIN UYKUSUNU ALDIM ...





















'Gönderen'  yeri boş bırakılmış zarflar adreslere ulaştı ve içlerinden birer davetiye çıktı.  Davetiyeyi şöyle bi okuyan herkes gözlerini kapatıp yola koyuldu. İri taneli karların altında, ayakları denizin suyunda tek sıra halinde ilerledi renkli kalabalık. 
Üç tarafı delilerle çevrili bir yarımodada toplandılar.
Konuşacak kimsesi olmadığı için sürekli Tanrı' yla konuşanlar;
gördüğü her eşyanın köşelerini sayanlar;
ölü gömücüler;
yeni aşık olanlar;
turuncu balıklar;
oynarken tahta kaşık kullananlar;
günlerce bayat ekmek biriktirip köfte yapanlar;
boyacılar;
sevgilisinin telefonunu karıştıranlar;
gittiği her yerde bir şeyini unutanlar;
daldan kopup bir kızın yakasına konan çiçekler;
yüksek sesle konuşanlar;
yıllar sonra karşılaşanlar;
karabatakları sevimli bulanlar;
yanlışlıkla 2 tane köy yakanlar;
göl kenarında bi köyde aşk yaşayanlar;
eli kalem tutanlar;
çocuğuna sarılmayan babalar;
değerli taş tutkunları;
toplantıda bütün ilgisi masadaki yiyeceklerde olanlar;
keçi boynuzları;
yabancı biriyle konuşurken heyecanlananlar;
balonlar;
geride bekleyeni olanlar;
ceviz kırmaya çabalayan bebek şenpanzeler;
kafasından sürekli birileriyle kavga edip tansiyonu çıkanlar;
çocuk küpeleri;
dediği anlaşılmayanlar;
duşta su ısısından bi türlü memnun olamayıp dj gibi muslukları zorlayanlar;
karga sesi duyunca sevinç yıldızları atanlar;
sevdiğinden haber alamayanlar;
erik ağaçları;
sağa sola bakanlar;
kafası rahatlar;
çıtırtıya uyanan taylar;
yazları mutlaka kilolarca fasülye ayıklayanlar;
şahane kahkaha atanlar;
araba kullanmaktan zevk alanlar;
uçurumlar;
yalancılar;
kırk yılda bir, film seyrederken ağlayanlar;
saatine pil taktırmadan aylarca oyalananlar;
keyfi pamuk şeker gibi olanlar;
hapşırınca Osmanlı tokadı yemiş gibi savrulanlar;
uçarken büyüyenler;
bin yıldır birbirini bekleyenler;
televizyon karşısında uyuyakalanlar;
regli yaklaşınca pompalı tüfekle sokağa koşası gelenler;
farkında olmadan her yerde eşinin arkasından konuşanlar;
porno starların aslına yakın benzerleri;
sessizlikte gülesi gelenler;
tirenler;
virajlar ve esmer çocuklar bir aradaydılar. Çünkü uyuyan herkes aynı yere giderdi; nerede uyumuş olursa olsun...
Birlikte sakin ve huzurlu halde oturdular. Bir müddet bakışıp şakalaştılar. İçkiler içildi, sohbetler  gırla gitti, inkarlar edildi...
Sevişenler, korkanlar, koşup yetişemeyenler,eli kolu kilitlenenler, bilmediği dilleri konuşanlar, dallardan düşenler, tebeşirle çizdiği çileği yiyenler, deveye binip aya gidenler oldu...
Ortalık sessiz, neşeli ve açık maviydi.
Sessiz bir teşekkürle, görünmeyen ellerini sallayarak vedalaştılar; yere değmeyen ayaklarla uzaklaştılar... Bir daha da hiç karşılaşmadılar.
Bu kadar.





14 Ağustos 2013 Çarşamba

'ÖMRÜMÜN TÜM KAPILARI'



Havanın güzel olduğu bi sabah erkenden sokağa koştu bi çocuk! Serin ve açık mavi bi esinti gibi koştu. 
Tüm gezegenlerdeki hayatı hafifleterek uçuşan bu çocuk, güzeller güzeli Ahu' ydu... 
Ayaklarının altı acıyarak yokuş aşağı bıraktı kendini. Minicik saçları, kirpikleri ve bacakları neşeli ve kendinden emindi.  Kuş kadar ve fiyonklu ayakkabısının bağcığı açılana kadar koştu. Bi bahçenin kapısında durdu, soluk soluğa  burnunu koluna silip saçlarını savurdu. Tam bağcığını bağlayacakken bu işin nasıl yapıldığını unuttu. Sonuçta yaşı sadece 9' du. Ahu. Ahu, domateslerle konuşan bi çocuktu. Koştu. 
Koşarak ömrünün tüm sokaklarını gezindi. Unuttuğu evlerin perdeleri uçuştu, kaçarı yoktu; Ahu bulamazsa evler Ahu' yu buldu... Perdelerin altından geçerken, başındaki tüllerden olma saçları masallardaki gibi uzun mu uzundu... 
Renk renk kapıların önünde durdu:
Kimisine yaramaz bir tekme vurdu; kimisinin merdiveninde oturdu;
kimisinin zilini çalıp kaçtı;
kimi kapıyı kendiliğinden açık buldu;
kimisine kilit vurdu;
kimisine yumurta attı, kimisine taş; 
kimisine çivi çaktı;
kimisine bi çiçek bıraktı ( mavi olana);
kimisinden arkasına bakmadan kaçtı;
kimisinin dut ağacına daldı;
kimisine mektup bıraktı;
kimisine adını yazdı, belki bütün hayatlarındaki çocuklarının adlarını da... 
Hepsine ama hepsine ruhunun ucuyla şöyle bi dokundu. 
İlk kez gördüğü bi kapının önünde durdu. Ahu, bu kapıda kimbilir henüz yaşamadığı hayatından ne buldu... Kapıyı biraz ittirip sadece kafasıyla içeriye bi ses uçurdu : 'Geldim!' ... İçeriden ilk kez duyduğu birsürü sesten sevinçli çığlıklar koptu. Ahu' nun yaşı artık 9 değil 30' du... Çocukluk ayakkabılarıyla kapı kapı gezerek sonunda kendini bulmuştu. Şimdiki hayatına gelene kadar nasıl susamış, nasıl yorulmuş, nasıl da neşeyle dolmuştu! Kana kana su içip bu hayatının sofrasına oturdu. Bu yolculuk Ahu' yu iyiden iyiye hayâllere boğmuştu. Şimdi en bi sevdiği evde, 30'unda bir çocuktu. 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

ZURNA

Sen bi damlasın. Duru, baloncuk gibi, içi en kutsal suyla dopdolu bi damlacıksın. Ne sandın? ... 
İçinde bitanecik soluğu olan bi boşluksun, tertemiz. Ne sandın? Öyle 'ellerim, ayaklarım var' diye;
'sorularım, küfürlerim;
dualarım, tekerleklerim var' diye;
'zillerim, dikenlerim var,
sırtımda atkım, ayaklarımda kunduralarım var' diye insan mı sandın sadece kendini?
Tatlısın ve çocuk. 
Sen bi damlasın. Bu yeni bilgiyle dünyamıza hoşgeldin ya da geleceksin... 
Güzel geçirdiğin bi günün sonunda, üstün başın batmış hâlde eve dönerken, sokakta oynamanın 5 yaşında yorgunluğu oluyorsa üstünde buraya gelmek üzeresin. 
Belki bi tokatla, 
belki bi şakayla,
belki...
Hiç ummadığın bi anda,
seninle konuşan bi aynayla,
ayvayla,
belki göğüs kafesine birden dolan taşlarla,
belki uyanıp yediğin bi macar salamıyla,
saçlarınla,
kahkahanın ortasında geleceksin.
Ne sandın?
Anahtar sözcük 'çıt' diye düşecek çenene belki...
'Pıt' diye bi damlaya dönüşeceksin.  (küçük harfli ve incecik bi 'pıt')
Bu da senin sihrin... Sevin. Aslında sen sandığından daha değerlisin. 
Ne sandın?
 


(Ama sadece bi çocuğun görebildiği kuşu, çocuk sana 'bak, orada işte!' diye seslendiğinde göremiyorsan artık, damlacığa dönüşmene daha çok var demektir. (gülümseyerek) Hadi... Gel... Su çok güzel... )