30 Aralık 2012 Pazar

YENi BiR YIL


Gelinliği andıran beyaz elbisesi ve kucağında bebeğiyle, taş balkona çıktı Pia. Henüz konuşmayı öğrenmemiş bebek, konuşmak dışında herşeyi bildiğinden susturulmuştu belki doğa tarafından. Dili olsa ve konuşsa, söyledikleri aklımızı alacak mükemmel gerçekler olacaktı da ondan.
Bebeği beşiğe koyup bir mum yaktı Pia. Bütün yüzyılların ortasında, her adresin yakınında yaktı mumu. Hava güzel, ümitler temiz, suçlar ölümsüz, kalp kırıktı...
Yeşilli pembeli, kocaman sayfalı bir kitabı kucağına koyup, ilk sayfayı açtı. Bebek gülümseyerek hem uzaktan gelen insan sesini, hem denizin nefesini, hem de annesini dinliyordu.
Bebeğini öptü Pia... Kısacık, kıvırcık ve yumuşacık saçları nefis kokuyor, minik elleri görünmeyen kelebekleri kovalıyor gibi sürekli kıpırdıyordu. Yepyeni bir yılın ilk sabahından gelen anne sesiyle yıkanıyordu.
Pia bebeği öptü. Yeni bir yılın, bomboş ilk sayfasındaydılar ve tamı tamına 'sabah'tılar.
'Bebeğim,
bu yıl ve tüm yıllar, incecik iplikler gibi örülüp gidecek.
Bu yıl çok sevecek ve sevileceksin. Hiç bir şey söylemesen de, bilineceksin. Ses getirecek, seslerle iç içe geçeceksin.Huzurlu uykularda temizlenip, yeni yollarda yürüyeceksin... Bebeğim...'
Pia bebeğini öptü. Bebeğin çenesi küçük ve çilekliydi...
'Bebeğim... Kalbin kırılıp, kırılıp iyileşecek; sen de büyüyeceksin. Birilerinin ömürleri boyunca bekledikleri o en güze haberi, sen vereceksin. Hiç karanlıkta kalmayıp, sevgiyle koruma altına alınacaksın. Sevdiklerin ve sen bir dağ keçisi gibi sağlıklı olacaksanız. Nereden hatırladığını bilmediğin bir şarkı, sana çok tanıdık gelecek; gözlerini kapatıp dinleyeceksin...
Bahçenize öylesine düşen kuru dal bile çiçek açacak. Meyvlerini herkesle paylaşacaksın. Bebeğim...'
Pia bebeğini öptü. Kahverengi gözlerinden ışık süzülüyordu.'
'En tehlikeli yılan dahi, başı ölünce ölür bebeğim. En büyük makine, bir tek düğmeden kapanır. İnandığın aşk, bir tek anda bitecek bebeğim. Üzüleceksin. Yeni bir sayfadan, yeni bir kalpten filizleneceksin... Kendini keşfetmek için dünyayı gezeceksin. En uzak ülkeden, en yakın köyden; kendinle ilgili bir 'şey'le; göze ilişmemiş bir 'sen'le döneceksin... Küçük bir kızın saçlarını öreceksin. Güvendiğin birinin kollarında uyuyup, bir gezegenin perisi olacaksın. Uzakta bir yerde atların da su içtiğini bileceksin.Olmak istediğin yerde, olmak istediğin kişilerle olacaksın. Kendinle gurur duyacaksın'
Bebeğini öptü Pia... Küçücük kepçe kulakları çiçek yaprağı gibi yumuşak ve lavantalıydı...
'Bebeğim... Kelimelerle ve müzikle özgürleşecek; kelimelerle ve müzikle kendini resmedeceksin. Görüneceksin. Söylediklerinle birilerine çok iyi gelecek, daha da güzelleşeceksin. Yükseleceksin. Yanından renkli tavşanlar geçecek, sen de dünyanın öbür ucundan ismini işiteceksin. Vicdan, tüm kalplerin kapısından girecek. Çok özlenecek, çok kişi tarafından gıpta edileceksin. Renkli fenerlerin altında, eşinle dostunla gülüşeceksin. Sarhoş, güleç, saçma ve nadide olacaksın. Kıymetin bilinecek, vazgeçilmeyeceksin. Belki tüm dünyayı değil ama birilerinin dünyasını değiştireceksin. Bebeğim, çok değerlisin...'
Pia bebeğini öptü. Bembeyaz teni elma kokuyor ve parlıyordu.
'Bebeğim... Bu yıl ve tüm yıllar, hiçbirşeyin eksikliğini hissetmeden, çoğalarak gümülseyeceksin... Çünkü sen herşeyinle gerçeksin...'
Pia bebeğini öptü... Mum kendiliğinden söndü... Bir ormanda bir baykuş öttü... Bir sokakta genç aşıklar öpüştü... Bir armut olgunlaştı...Bir adam karısının üstünü örttü... Bir çocuk bir kıza göz etti... Birinin cebinden şeker düştü... Bir pencereden sepet sarktı... Bir bisiklet gıcırdayarak geçti...Yaşlılarla dolu bir köyde, bir gelin üçüz doğurdu... Bir kadının aklına bir fikir düştü...Horoz öttü... Yeni bir yılın ilk günüydü...




28 Aralık 2012 Cuma

SİNCAP VE SİNCAP



İki küçük sincap varmış. Ormanda sıçrayarak büyümüş; sıçrayıp dala takılarak, geride kalarak, geride bırakılarak , yol kaybedip yol bularak bir gemiye binmişler. Öncesi bilinmez ama, birbirlerini ilk kez -gerçekten- bir gemide görmüşler. Kucaklaşıp bir olmuş, insan gibi-hayvan gibi sevişip birbirlerinin olmuşlar. Bir ağaçta yaşayıp; gülüşüp, ağlaşıp; çalışıp, çabalayıp;sevişip, aşk yapıp; koşup, düşüp; uyuyup, uyanıp daha da büyümüşler. Hayat zor, güzel ve güç ister bir haldeymiş. Olsun, ne de olsa birliktelermiş. Herşey bir güzelleşir, bir çirkinleşirmiş. Dere tepe dümdüz gidip artık yeni ve büyük hallerine uygun bir hayat için emek vermeye devam etmişler. Yorgun düşüp yıkıldıkları da olmuş, kalkıp yürüdükleri de. Bütün bunlar olurken ikisinin de kaygılanıp korktuğu bir sürü an olmuş elbette.  Dişi sincap biraz soğukkanlı durduğundan, kaygıları pek görünmemiş. Erkek sincap giderek agresifleşmiş. Olsun, zaman ve emek herşeyi güzelleştirirmiş; hem ne de olsa aynı kalbin içindelermiş... Dişi sincap bu sabır yolculuğunda erkeğine eşlik etmeyi seçmiş. Ne var ki onunki de kalpmiş. Gururu bir incinmiş... iki... üç... dört... derken dişi sincap çok ama çok incinmiş. Sevildiğini bilemeden, bir köprünün üstünde, kızgın bir erkekle eleleymiş. Öyle her çift gibi uzak da değillermiş; bunlar aynı gemide, aynı sahnede, aynı kalemdelermiş.
Bu kez dişi sincap susmuş. Durmuş. Görmüş ki kendi sesi olmayınca ortalık nasıl da sessiz ve soğukmuş. Üşüyerek beklemiş. Çünkü artık, en azından şimdi, gururu, kurtarılmayı hak eden nazik bi' kelebekmiş. Hiç ses gelmemiş erkek sincaptan.
Dişi sincap kalp evinin kapısını gözlemekteyken, erkek sincap iş penceresinden girmekteymiş. Hayır, şimdi kalbin tek kurtuluşu sevgideymiş.
Şimdi bu ne demekmiş?
Bu nasıl bir sevgisizlikmiş?
Aşk olsunmuş! Aşk.
Hiç mi kapris hakkı yokmuş?
Hiç mi özlenmemiş?
Bütün bunlar ne demekmiş?
Giderek canı acımaya başlayan dişi sincabın göğsüne, uzayıp yumaklaşan sessizlik oturuvermiş.
Ya? Demek hiç sevilmemiş... 'Giderse gitsin'miş...
Ne yer, ne içer, ne yapar hiç önemli değilmiş?
Bu kibir de neymiş???
Orman hala tehlikeliymiş. Dişi sincabı tek bırakmak önemini mi yitirmiş?
Her canlı övgüye değermiş, dişi sincap da canlının en tatlı haliymiş.
Sanki dişi sincap, erkek sincabın ruhunu hiç mi kurtarmamış?
Bu ne bencillik, bu ne tuhaflıkmış?
Erkek sincap hep mi mağdurmuş yahu!
Olup biten bir tek erkek sincabın mı başından geçmekteymiş?
Dişi sincap, kendisi için hiçbirşey yapılmadığını izlemekteymiş.
Öyle pahalı hediyeler, kurdelalar peşinde değilmiş ama şımartılmaya hiç mi layık görülmemiş?
Acıklı bir film seyreder gibi içi erimiş.
İçi erirken, bu bekleyişte, sevgiyi bir tepsiye koyup köprünün ucunda durmuş. Eriyen içi, sıcak damlalar ve ateş parçalarına dönüşüp sevgisine damlamaya başlamış. Sevgi, eritilmekteymiş...
   Köprünün diğer ucu görünmemekteymiş. Herhalde erkek sincap oralarda bir yerdeymiş.
Yoksa bu erkek sincap hepten yabancının teki miymiş? Sandığı gibi küçükken gölgesinde uyuduğu ağaç değil miymiş? O halde nasıl böyle tanıdık gelmiş? Çok garipmiş!
En yakıcı ateş parçası, tüm elleriyle son odun parçasına tutunup beklemekteymiş. Gözleri erkeğin üstündeymiş; vakit dolmadan gelmezse tutunduğu odun da kül olacak, ateş sevginin üstüne düşecek; ne var ne yoksa alıp gidecekmiş.
Herşey zaten zorken bu umursamazlık dünyanın en gereksiz şeyiymiş.
Bu arada erkek sincap neredeymiş?
Yoksa herşeyden vaz mı geçmiş?
Bu sessizlik çok kuvvetsiz görünmekteymiş.
Kahraman olmak yerine neden kurban rolünü seçmiş?
Gelip dişisini ve sevgiyi ateşten uzaklaştıracağına, neden boş duruşa geçmiş?
Ya da gitmeye bu kadar hevesliyse, O' nu, bunu söylemekten men eden neymiş?
Her halükârda hayat zaten güzelmiş; ışıklar renkli, ayakkabılar topuklu, kamera kayıtta, sahne pırıltılı, sabah sarıymış; sofralar kalabalıkmış. Cigerler, soy ağacı gibi yanarak köklense de; can acısa da her şey ve herşey geçip gidermiş. Fakat bir şeyi gözden çıkarmak çok şey demek değilse; o şeyin ucundan tutmak da nafileymiş.
Balkonlar birbirine iplerle bağlı, iplerin üstünde okula giden bebek kargalar varmış.
Bir bulut yükselmiş; tüm gezegeni gezmiş. Hayat kısacık, balıklar ıslak, çizgifilmler ümit vericiymiş. Bitinden, emekçi örümceğe kadar her varlık, kendinden vazgeçmemeye niyetliymiş. Elindekilere sahip çıkmayı beceremeyen karınca bile kapı dışarı edilmiş.
Dişi sincap avuçlarını denize döndürüp kendini dinlemiş. Suyun üstünde tren rayları varmış. Herkesin cebinde birer bilet, armağanmış.
Bir şapkanın içinde sakız çiğnemekteymiş dişi sincap. Elbette , erkeğinin şimdi ne yaşadığını bilemezmiş. Fakat şu bir gerçekmiş; bu kez, ne olursa olsun, gururu, ruhu ve sevgiyi kurtarmak sadece ve sadece erkeğin göreviymiş.


26 Aralık 2012 Çarşamba

BEN KUBİLAY. O'NU GÖRDÜM, YEMİN EDERİM



Ben Kubilay, anlatacaklarımın size akıldışı geleceğini bilsem de anlatmak zorundayım. Şimdi, bir efsane dinlercesine hikayeme teslim olunuz. Sonra dilerseniz gerçek, dilerseniz efsane olarak, aklınızın bir odasına atarsınız, olur biter.

Efendim ben 21 yaşındayım. Herkes ruhumun benden çok yaşlı olduğunu söyleyip durur. Neymiş efendim?Süveter giyiyormuşum; 'ayakkabı' değil de 'kundura' diyormuşum kunduraya; pek ciddi konuşuyormuşum filan...
Sanmayın ki hep böyleydim. Ben aslında tam olarak yaşımın gerektirdiği gibi, elde avuçta durmaz bir serseriydim.
Sarhoş olduğum gecelerden birinde nasıl gittiğimi bilmediğim bir kapının önünde kendime geldim. Dev bir kapı, üzerinde de bir çekirge. Açıkcası çekirgenin bu kadar yeşil olduğunu hiç bilmezdim. Kapıyı gıcırdatarak içeri girdim. Devasa bir imza gibi görünen merdivenlerin ucunda, küçük ve değersiz bir pireydim.
'Burada ne işim var?' demeye vakit kalmadan fark ettim: Artık ateşli bir merakın kölesiydim. Tavandan sarkan kumaşların ucunda geveze ağızlar asılıydı. Fısır, fısır konuşup gülüşüyordı.Kim olsa korkar, hiç çekinmeden avazım çıktığı kadar bağırdım. Nedendir bilmem, 'Zeekiii Müreeenn!' diye bağırıvermiştim. Milyonlarca merdiveni koşarak inen uşak yanıma geldi. Kibar, yakışıklı, yaşlı bir ren geyiğiydi. 'Lutfen sessiz olun, efendimizi rahatsız edeceksiniz. Yalvarırım sessizce bekleyin, size içecek birşey ikram edeyim?' Lafı biter bitmez ikimizin arasına bir salıncak düştü tavandan. Uşak telaşla ' Gördünüz mü?  Uyandı işte. Hemen yanına gidip anlatın neyse meseleniz.' dedi ve beni salıncağa itti. Ömrümün en güzel yolculuğunu yaparak, salıncakla çıktım yukarı. Pelerinler içinde oturan Efendi' nin arkası dönüktü. Yerlerde gül yaprakları serpili, pencerelerde serçeler sessizce içeriyi izlemekteydi.


Efendi-Hoşgeldiniz, ben de kapıkoluyla konuşuyordum
Ben-Konuşan bir kapıkolu?
Efendi-Kapıkoluyla konuşmama değil de, kapıkolunun konuşmasına şaşırdınız ve gözüme girdiniz delikanlı. Buyrun, size nasıl yardımcı olabilirim? (Nazik elleri açılıp kapandıkça, harfler dökülüyordu parmaklarının arasından.)
Ben-Ben... Özür dilerim, rahatsız etmek istemedim. Zaten buraya nasıl  ve neden geldiğimi de bilmiyorum. Bağışlayın beni.
Efendi- Bağışlanacak bir şey yok, buyurun oturun...

Etrafta 40/50 tane taht vardı. Biraz bakınıp en arkadakine oturdum. Hemen gitmek istemiyordum. İncecik bir sigara yakıp, küçük bir nefes çekti Efendi.
Üflediği duman, havada birkaç saniye dağılıp at şeklini alıyor ve 'dıgıdık, dıgıdık' diye pencereden kaçıyordu. Tüm tedirginliğimi alan bu görüntü, insana nerede olduğunu unutturacak kadar güzeldi.
Efendi- Önemli değil, neden geldiğini bilenlerden hiç farkın yok şimdi.

Her an kanatlanıp uçacak gibi hafif ve yumuşaktı sesi. Hala yüzünü dönmemişti.
Ben- Efendim, affınıza sığınarak kim olduğunuzu sorsam, çok mu ileri gitmiş olurum?
Efendi havada dağılır gibi sihirli bir dönüşle bana döndü.
Efendi- İşte benim, Zeki Müren.

Sevinçle karışık , kahkahayı basıverdim. Kırgın ve çocuksu bir üzüntüyle 'lütfen beni yalnız bırakın' dedi. Salıncak yeniden önüme düşüverdi. Bu kez salıncağın beni bıraktığı yer evin içi değil, bizim sokağın başıydı. Herkes gördü salıncaktan inişimi. İsterseniz sorun.
Bütün bu saçmalıktan sonra işte bu hale geldim. Ruhumun takviminde 74 yıl, vücudumun takviminde 1 gün geçmiş, geç de olsa fark ettim. ( 'Geç' mi dedim? Böyle bir olayda neyin erken, neyin geç olduğunu nerden bilebilirim.)
Kim ne derse desin, ben Zeki Müren' i gördüm efendim. Gördüm de kalbini bile kırdım. Sizden ricam - bana inananlardan ve Zeki Müren' i görmüş olanlardan-  O'nu tekrar görmemin bir yolunu biliyorsanız bana da öğretmeniz.Zira gidip O'nun o güzel gönlünü edeyim...
Bilmem anlatabildim mi? Esen kalınız, değerli vaktinizi bana ayırdığınız için pek müteşekkirim.



24 Aralık 2012 Pazartesi

ALACALI CİNİN LANETİ


Hayati bir sır olarak saklanan bir tarihte, insanlık tarihi boyunca etkisi sürecek olan bir olay gerçekleşti.  Alacalı, bulacalı kıyafetler içinde saklı bir cin, kıkırdayarak yeryüzüne indi. Elinde küçük bir şişe; bu şişenin içinde de yeryüzündeki tüm kadınları 1 dakikalığına uyutmaya yetecek bir zehir vardı. Alacalı cin, tüm kadınların uyuduğuna emin olunca, erkekleri başına topladı: İstisnasız hepsini. Cebindeki diğer şişeyi çıkarıp , erkeklere seslendi:
'Beni dinleyin. Şimdi hepinizi ve bundan sonra doğacak bütün oğullarınızı bu şişedeki iksirle kutsayacağım. ' ... Hepsi boyun eğdi.
Ertesi sabah tüm dünya yeni bir hayata uyandı. Erkekler aradaki farkı pek anlayamasalar da; kadınlar şaşkınlık ve dehşet içindeydi.
Bu yeni dünyanın farkı ne miydi?
O iksir sayesinde; yaşına, başına; boyuna, bosuna; huyuna, husuna; aklına; fikrine bakmadan istisnasız her erkek ; muhakeme etmeksizin, her kadında şansını denemeye cüret eder olmuştu. Kadınlar dehşetengiz bir hisse kapılsalar dahi: 'bu ne cüret?' , 'neye dayanarak?' bile diyemeyecek kadar şaşırır olmuş, kalakalmıştı.
Mesela buruş, buruş elli bi' amca; hic çekinmeden gencecik bir kıza evlenme teklif etmişti sabah. Öğlene doğru, gerizekalı bi' oğlan; becerikli bi' kızda şansını zorlamıştı; okulda. İş görüşmesine giden berrak bi' kadına, ahlaksız bir teklifte bulunmuştu işveren öğlenleyin. Akşam üzeri, kendini hayatın arabeskine bırakmış huzursuz bi' adam; yaşamı çekip çeviren karısına kapris yapmıştı. Gece arkadaşlarıyla dans etmeye giden orta yaşlı bi' kadını evine davet etmişti, hiçbir işin ucundan tutamamış bi' adam. Asosyal bi' anakuzusu adam da, ayıp mesajlar göndermişti evli bi' kadına geceyarısı. Sırf yeni boşandı diye, bakkal göz etmişti bi' kadına. Zorluklar karşısında dimdik duran ablasına aptalca kaprisler yapmıştı tembel bi' adam... vs... vs... Topluca cüret etmişti her bir erkek. Derken, 'Ayıp ettik' , 'Ne haddimize', 'Hiç mi aynaya bakmadık efendi!' demeden sürdürmüşler bu hali. Yüzyıllarca.
İlk bakışta kadınları rahatsız etmek için yapılmış gibi görünen bu şaka, aslında biçare erkeklerin lanetiydi. Çünkü her seferinde gülünç düşmeye ve rezil olmaya mahkum edildiler... Hem de sonsuza kadar...

not: Bu lanetten bir tokat, bir bebe aspirini, bir kova dolusu buz ve bir kadın yardımıyla kurtulanlar da oldu elbet. Onlar da kapanın elinde kaldı Allah sizi inandırsın...

20 Aralık 2012 Perşembe

GEL SANA BONCUK TAKAYIM




Kimse, uzaktan bir akrabanın nezaketen yaptığı bir daveti, nezaketen kabul ettiğinde kendini başka bir gezegende bulacağını tahmin edemez.
Onlar ki... parlayan merdivenleri lavanta kokan apartmanda yaşarlar...lar...lar...
Yedi göbektir, herkes en az iki dil bilir.
   İlk göbekten bir büyükbüyükbaba, meslek icabı Avrupa' da görgü-bilgi eğitimine tâbi olmuş; bu bilgi    
   bayatlayarak günümüze kadar gelmiştir. Tam olarak da bu apartmanda yaşamını sürdürmektedir.
Bu apartmandaki her ev, beyaz ve bej tonlarındadır. Herkesin bir kızı ve bir oğlu vardır ve bu çocukların saçları ipek gibidir. Yemek yerken kimsenin ağzı şapırdamaz. Beyaz renkte her hangi bir çorba ile başlayan yemek, sütlü bir tatlıyla son bulur. Herkes 22:30'da uyuyup  06:30'da uyanır. Tam sekiz saat uyku! (Tanrım!)
Klasik Hacı Şakir sabunlar ve gül, lavanta, leylak kokuları dışında hiçbir koku alınmaz. Yağda kızaran hiçbir gıda tüketilmez bu evlerde. Asla küfür edilmez. Her evde yeni doğmuş bir bebek uyuyormuş gibi davranılır: Kapı koluna bastırılarak yavaşça açılan kapılar, parmak ucunda yürüyüşler ve fısıltıya yakın bir ses tonuyla konuşmalar...
   Tarihi geçmiş, iç kıyan kurallarla; beşer- onar sofraya konulan kaşıkların sessizliği kulak çınlatır bu evlerde.
Bütün kıyafetler ütülü ve açık renktir. En renkli kıyafet, açık mı açık şeftali tonlarında bir gömlektir -ki o gömlek de cesur ve asi bir genç kadın demektir; inceden küçümsenir. Sakız çiğnemek, götü açık gezmekle aynı ölçüde tuhaf bir davranış olarak görülür. Kimse evde hayvan beslemez. Oda sıcaklığı her mevsim sabit olup, tuhaf bir şekilde bireylerin boy ortalaması da 1,75 'tir. Okula, işe, alışverişe filan hep servislerle gidilir. Nihayetinde onca adab-ı muhaşeret' e rağmen aileler pek zengin değil, maaşlı çalışan orta direklerdir. Her mevsim çiçekler yenilenir. Her evde dolma kalem ve hediye gelmiş viski-çikolata ikilisi vardır. Her kadın, 56 ay taksitle de alınsa, illa ki pırlanta yüzük takar. Sütü ılık içer herkes. Her kim ki gürültü yapan bir misafir kabul ederse, birkaç ay başı öne eğilir... Bir müddet kendisinden habersiz 5 çayı tertip edilir. ('5 çayı' zaten sadece dışlanıp, mahcup edilmesi gereken birileri olursa gündeme gelen bir aktivitedir...)
Bu apartmana en yakın bakkal 7 sokak ötede; en yakın çocuk parkı 5 cadde beride; en yakın kahkaha sesi 11 ışık yılı ileridedir.
Çünkü onlar sakindir! Apartman sakinleridir!!!
İyi ki sakin değiliz!!!  Dalgalı ve yumuşacık sularız: Ilık ve birden buz gibi  sarılan. Kirli ve temiz... Sakız da bizim, kavga etmek de bizim, fingirdek gülüşler de! Sevgi, saygı ve tatlılık çerçevesine alınmış, medeni ama yine de gel-gitli hayatlarımızda rengarenk çiçekleriz. İyi ki!  Oh be!!!

  ( Tak-tuk diye topuklu ayakkabılarımla ses yaparak, apartman sakinlerine uzaktan bir selam çakarak...)



18 Aralık 2012 Salı

BALONCUKLARDA HAYAT




16 yaşında bıyıkları yeni terlemiş bir oğlandı Semih. "İnsan var gücüyle zorlasa ne kadar çirkin olabilir? ... Ancak bu kadar..."  Hissi her sabah aynada asılı...
Zeki; çalışkan ve başarılı bir öğrenciydi.  "Sıkılarak öleceğim." yazıyordu her kitabın ilk sayfasında.
Aile büyükleri, öğretmenleri çok ümitliydi O'ndan. "Ümit mi? Konu ne?" lafı dilinin ucundaydı Semih'in.
Elleri beyaz; dedesinin saati bileğinde takılı. En sevilen torundu... Yürürken çizgilere asla basmaz, hata yapmayı sevmezdi. 'Agu' dediği andan bu yana, dünyaya her şeyin en doğrusunu yapmaya gelmiş gibi davrandı herkes O' na. Böylelikle, dışarıdan bakıldığında ideal insan gibi görünüp; kafasının yanından patlak veren dev bir baloncukta da, gerçekte olduğu kusurlu ve mutlu kişi olmayı öğrenmek zorunda kaldı. Ustalık gerektiren bu davranışı; dünyanın çeşitli yerlerindeki delilerden alkış aldı. Mesela annesi yeni bir bilimsel gelişmeyi detaylarıyla anlatırken, Semih hemen baloncuğuna kaçıp, ablaların uçuşan eteklerinin altından bakardı. Semih' e göre fırfırlı eteklerin moda olması daha büyük bir gelişmeydi. Ya da örneğin babası ile müze gezerken yine baloncuğa kaçıp, ormanlarda koşar, ağaçlara tırmanır, güzel bir kız için çiçekler toplardı. Öğretmeni ders mi anlatıyor? Hop! Baloncuğa: Bisikletiyle sahile kadar gidip, hızla üstündekilerden kurtulup, denize girerdi. Büyük halası sofra kurallarını mı anlatılyor? Hemen baloncuk! Manavın kızının memelerini ellerdi, doyasıya. 'Genç mucitler' yarışmasında ödülü verilirken; bütün ailesi göz yaşları içinde Semih' i alkışlarken; Semih. baloncukta bir atın üstüne atlayıp dört nala uzaklaşıyordu. Atı soluklanırken, Semih de ekmek arası bir şeyler yiyip şarap içiyordu.  Baloncukta gerçekte her kimse ve her nasıl kaba ve çirkinse öyleydi.
Dışardan bakıldığında notları çok iyi, odası da tertemizdi. Saçlarını kendi keserdi. Hatta ara, sıra kimseye söylememek koşuluyla annesinin, babaannesinin ve küçük kuzeninin de saçını keserdi. Saç kesmeyi çok ama çok severdi.
Sınav sabahı; içerikleri ve ölçüleri düşünülerek hazırlanmış kahvaltısını yaptı. (Baloncukta hava henüz aydınlanmamıştı.) Herşeye hazırdı; hazırlardı, ailecek. Dereceye filan girip, çok iyi bir okul kazanıp, ailesinin gurur kaynağı bir üniversiteli olacaktı.
Evden çıkarken aniden merdivenden yuvarlandı. Herkes paniğe kapıldı. Öyle hayati birşey olmadı ama; sınava da gidemedi elbette. Ailede bir öfke uyuşması yaşandı. Semih baloncuğunda şıkır, şıkır oynadı; lıkır, lıkır şarap içti.  Şarkılara, kadınlara, arkadaşlara, saçlara dolandı. Saçlar? Saçlar! Evet.
Semih bu salak sınava girmeyi zaten hiç istememişti ki. Hiç. Akıl ve ruh gerçekte ne istediğini bilse de; aralarında karar verip sonuca varana dek iş işten geçtiğinden; böyle durumlarda 'vücut' ipleri ele alırdı ya hani; yine öyle olmuştu. Semih' i, vücudu durdurmuştu. Şey gibi; susman gerektiği halde susmaya karar veremediğinde, sesinin kısılması gibi... Duymaya katlanamayacağın bir şey söylenirken, kulağının çınlayıp kısa süreli bir sağırlık geçirmen gibi... Annelik özlemi çektiğini kimseye çaktırmamaya çalışan kadının göğüs ağrıları gibi... Aslında hiç gitmek istemediğin halde, sırf önceden söz verdiğin için gitmeye hazırlanırken hastalanıp yataklara düşmen gibi...
Sorumluluk almaktan kaçan bir adamın bitmek bilmeyen sırt ağrıları gibi... İçinde sıkışan öfkenin, günlerce kanama geçirerek ancak dinmesi gibi... Canın acırken, iyi görünmek için  zımba gibi durduğunda-eşinden dostundan yardım istemek için- tüm yüzünün uçuklaması gibi... Sevgilisi tarafından kadınlığı aşağılanmış birinin, sabaha karşı yumurtalık ağrılarıyla bayılması gibi...Düğününden kaçmak isteyen gelinin, her gece 'ölüyorum' sanıp acil'e gitmesi gibi... Duyguğun an reddetiğin bir haberin hemen üstüne, için dışına çıkana kadar kusman gibi...
Sen sussan da vücudunun konuşması gibi işte... Öyle...
Semih sınava değil, hastaneye gitti. Vücudunun demek istediği şeyi dinledi. İyileşince de hemen saç kesmeye başladı. Herkes bembeyaz kesildi. Kimseye bu haberi duyurmadı ailesi.  Bu olay, babası belli olmayan bir bebeği gizler gibi, aile arası bir sır olarak kalacaktı. Ne ayıptı yahu!  Eyvah, utanç verici. Bu utançla Semih' i yurt dışına gönderdiler; pek de güzel oldu. Semih moda dünyasının aranan bir saç tasarımcısı olamasa da;  eğitim veren, sevilen,  güvenilir bir kasaba kuaförü oldu.
(Hala karısı gereksiz bir muhabbet açtı mı, hemen kaçar kafasındaki baloncuğa: Dağa, taşa tırmanır. Baykuşları filan kurtarır...)

14 Aralık 2012 Cuma

HAYLAZ




Bir varmış; bir yokmuş... Gökyüzünün en görünmeyen yerinde bir gezegen varmış. Kayan bütün yıldızlar bu gezegende toplanırmış. Kayıp, kayıp bu gezegene düşen yıldızlar kimseyi düşünmeden, özgürce parlarlarmış. Kollarında biriken dilekleri, gezegenin tam orta yerindeki çukura atıp şarkılar söyler, dikekleri gerçekleşmeye bırakırlarmış.
Bir gece yıldızlardan biriyle birlikte, kocaman bir saat düşmüş gezegene. Nereden gelmiş; nasıl olmuş da yıldıza tutunup kaymış, anlamamışlar. Kıpırdamadan beklemiş saat, birkaç ışık yılı... Kimse gözlerini bu yabancı nesneden ayırmamış... Ta ki saat uykusundan uyanıp 'tik!' diye çalışmaya başlayana kadar. Çok yemiş birinin düzensiz hıçkırıkları gibi 'tik!' ... 'taka tak!' ... 'Tiktak'... diye tekleyerek başlamış çalışmaya. Herkes etrafında toplanmış. Önce bu yeni sesle dans edip eğlenmiş yıldızlar... Gel gelelim hep aynı şarkı çalmaktaymış. Zamanla, kıvrımlı ve neşeli dans adımları; düzenli ve sıkıcı yürüyüş adımlarına dönüşmüş. Tek sıraya girip bilmedikleri bir yere doğru yürümeye başlamışlar. Ucu bucağı olmayan ufukları; dilimlere ayrılıp, günlere, saatlere ve hatta saniyelere kadar parçalanmış. (Bütün bunlar olurken çok korkunç sesler çıkmış. )
Ne yazık ki bir gezegen daha 'zaman' la tanışmış...
Sonra salgınlar... ve sonra binalar... ve sonra düğmeler... ve sonra gıcırtılar... ve sonra paralar... ve sonra kavgalar başlamış. Yıldızlar dilek çukuruna atlayıp, kaçarak kaybolmuş; geride  sadece dilek tutan varlıklar kalmış.
Zaman; bir gezegeni daha istila etmiş... Yaramaz! Haylaz zaman...

13 Aralık 2012 Perşembe

ELLER, ELLER, ELLER.



Gel yavrum, gel. Madem senin de aklın dağıldı gitti; boş bulduğun bir yere otur. Nedim... Sen içini ferah tut. Suna dönecek. Kızım rakı getirin Nedim'e...
Suna çocuk yaştan beri çalışır. Hanım kadındır; on parmağında, on marifet.
Küçük bir kızken, güzelliğiyle bütün ilgiyi üzerinde tutan şımarığın tekiydi. Erkek dolu, kalabalık bir ailenin tek kızı olduğu için, hiç çabalamadan herşeye sahip olmuş şanslı bir genç kız oldu sonra... Herkes ne kadar güzel olduğunu söyledi, durdu. Sanki başka hiç bir şey 'olamazmış' , sadece 'güzel' olabilirmiş gibi, tek bir yerden baktılar Suna'ya. Derken herkes büyüdü, evini-barkını kurdu, gitti... Suna yaşlı ana, babasıyla kaldı koskoca evde. O ev de, Allah etmesin, nasıl yüksek tavanlı evdi yavrum. İnsanı her koridorda takip eden biri varmış gibi, korkudan hızla geçersin odaya. Neyse... Suna renkleri birbirine karışmış bu hayatın içinde, bembeyaz bir çiçek gibi kaldı. Ömrü boyunca susturulan aklı, her zaman bağlı kalan elleri kıpırdanmaya başladı. Cevher gibi kızdı, örttüler üstünü. Bir sabah 'ekmek almaya' deyip çıktı evden, daha da dönmedi. Becerisiyle, aklıyla hayata karışmak için düştü yola.
Haydi afiyet olsun yavrum... Yola çıkmasına çıktı da; nereye gideceğini bilmiyordu. Nereden bilsin; hep el bebek, gül bebek ... İyi ki karşılaştık, iyi ki. Merdivenin başında, elimde filelerle durmuş benim oğlanı bekliyordum. Baktım güzel Suna'm telaşla koşuyor yukarı. Düşün, bebeyken bile koşarken görmedim ben onu; kaç yıllık komşum. Rengi gitmiş, yumruğu sımsıkı. Tuttum getirdim eve. 'Bitti artık Nadiye Teyze.' dedi; 'Bundan sonra kimseyi istemiyorum; çalışıp üretmek istiyorum ben; evde silinip gitmek değil...' Düşündük, taşındık; kararlaştırdık. Kimseye ses etmeden terzi Suat'ın yanına verdim kızı. Bir becerikli çıktı; biliyorsun gerçi. Öyle kolay, kolay gelmedi bu günlere Suna. Şimdi diktiği değerli gelinliklere gelene kadar kaç kişinin söküğünü dikti. E ne oldu? Çalışıp didindi; kendi dükkanını açtı. Kendi gelinliğini dikip sana 'he' dedi... Sen de tüm sülalesi gibi 'güzelsin' dedin, durdun. Varlığına saygı göstermedin, doğruya doğru. Ailesi seninle yuva kurdu diye bağışladı kızın kabiliyetini... Elleri... En güzel yeri elleri Suna'nın. Hiç görmediniz. Dikerken nasırlaşan, iğne izleriyle, kumaş kesikleriyle dolu elleri güzel kızımın. Suna şimdi gitti ya... Ellerine teşekkür etmeye gitti. Hiçbirinizin göremeyeceği bir yerde kendini 'tamam' hissetmesi lazım O'nun. Ellerine ödül vermesi lazım. Dönecek, metin ol sen. Döndüğünde sen de iyi bak Suna'mın ellerine... Haydi afiyet olsun tekrar... Sonra Suna' mla yine gelin...

12 Aralık 2012 Çarşamba

GİZLİ BİR BİLDİĞİM VAR




Yakup suskun bir adamdı. Aklının içinde milyonlarca kişi aynı anda konuştuğundan, yıllar önce susmayı seçmişti. Bu yüzden ağzı  küçücük kalmıştı. Çocuklar O'nunla 'Tavsan Yakup' diye dalga geçer dururdu. Yakup'un saati yıllardır altıya yirmi vardı. Susmayı seçtiği an, zamanının bir kolu kangren olmuştu. Yıllar önce bir gün,  kafasındaki seslerle oturmaktayken bir hastası geldi. (Yakup  terapistti, sonra çiçekçi oldu.) Uzun süredir düzenli gelen hastasının durumu her zamankinden iyiydi. Ne zaman bir hastasının ruhu iyileşse, tüm dünyada 'güzel uyuma oranı' gözle görülür ölçüde artardı. Yakup hastasını uğurladıktan sonra, gururla, gidişini izledi... Birkaç saat sonra, o mutlulukla yürüyen adamın ölüm haberi geldi. -Saat altıya yirmi vardı. -Bir inşaatın tepesinden atlayarak oracıkta ölen adam... Elbetteki herkes nedenini metak etti: Başta Yakup. Bu hazin sorunun en açık yanıtı Yakup' ta olmalıydı ve yoktu.
...
Gözlerini kapattı. Hafızasının gıcırtılı kapısından içeri girdi. Diğer tüm sesleri susturup adamın gidişini bir kez daha izledi:
'Bu hiç de ölecek bi adamın yürüyüşü değil. Tek isteği sadece dondurma yemek gibi görünüyor; son derece hayat dolu bi istek. Çok tuhaf... Gerçi neler gördük , neler... Koşarak, kucaklamak ister gibi yaklaşıp 'cart' diye bıçak saplayan sokak kızı; başına geleceklerden habersiz sürekli kedere boğulan yeğenim ( tanıdığım en şanslı delikanlı, kerata...) ... Sonra, şu bizim Samet hala... Kadını yıllardır tanıyan yakınları bile aslında ne kadar kırılgan olduğunu hiç bilmedi; herkes sırf sağlam görünüyor diye bütün öfkesini üstüne kustu. Kadın kırılarak öldü, yine kimse bilmedi.
Adam ofisimden evine doğru yürüyor, az önce heyecanla bahsettiği geleceğine yaklaşıyor. Hiç de öyle herşeyden vazgeçmiş gibi görünmüyor. 'Haftaya güzel haberlerle geleceğim.' deyip giden adam... Bu, vazgeçmiş bir adamın son cümlesine benzemiyor.Melek gibi karım da beni aldatacağa benzemezdi hiç. Olsun, gülüm o benim.  Vay be; iyisiyle, kötüsüyle sağ gösterip sol vuruyor ya hayat; anlamıyorum. '

Açtı gözlerini. Rahmetli hastasının dosyasına son cümleyi yazdı; ' bütün deliller intihar olduğunu gösterse de; bu benim için faili meçhul bir cinayettir. Öyle meçhul ki; bu fail bir fikir, aklına yürümüş bir kişi, göze ilişmiş bir şemsi de olabilir; acımasız bir çarpışma da... Herşeye ve herkese benzeyen bir katil...'
Dosyayı kapattı. Saat, yıllardır olduğu gibi, hala altıya yirmi vardı. Sustu. Bir daha ofise gitmedi. Çiçekçi oldu. Çok da iyi yaptı.



10 Aralık 2012 Pazartesi

ALİ İLE AYŞE BİR GÜN...


Anneler salonda çay içip kısır yerken, Ali ile Ayşe sıkıldı. Bu iki tatlı çocuk öyle yaramaz, öyle yaramazdı ki; 'yeter ki ortalığı kırıp dökmesinler' diye bu tür toplantılarda bir odaya kapatılırlardı. Böyle sıradan bir günde, lambası patlamış bir kilere kapatıldılar. Hiç sorgulamadan hemen oyunlar oynamaya başladılar.
Ali doktor, Ayşe hemşire oldu. Ali çocuk, Ayşe anne oldu. Ali ile Ayşe takım; duvardaki izler kale oldu. Birlikte dünyayı ele geçirip, kral-kraliçe oldular. Ali kedi, Ayşe fare oldu. Ayşe öğretmen, Ali öğrenci oldu. Beş taş ve miskette rakip oldular. Bi' ara, Ali'nin eli Ayşe'nin eline değer gibi oldu; yanaklar kızardı.
Birlikte kitap okudular, uyuyup uyanıp büyüdüler. Bir yakınlaşıp bir uzaklaştılar. Zil çalıp kaçtılar. Bir filmin içine doğru yürüdüler. Patikalardan geçtiler, kötüleri yendiler. Salondan dedikodu sesleri geldi, gülüştüler.  Ayşe korkup Ali'ye sarıldı. Sığınmak yüzyıllardır her kadının temel ihtiyacıydı. Ayşe korktukça Ali kuvvetlendi. Her kahramanca efsanenin ta içine dikti gözlerini. Pencereden biri göründü; bizimkiler bi' an için kayboldu. Okudular. Kaleme, kağıda; müziğe ve yollara koyuldular. Bir küçücük odada hepimizin hayatını yaşadılar. Oyunların içinde dallanıp budaklandılar. Salondan sadece çay kaşığı sesleri ve komutlar kalmıştı, odaya düşen.
Eğitimli birer birey oldular. Uzadılar, hayvanlaştıkları anlar oldu. Bir gün aniden çiftleştiler. Ali 'adam',  Ayşe 'kadın' oldu. Dışarıdan gelen her ses kayboldu. Yeryüzünde başbaşa kaldılar. Kapının anahtarını Ayşe' nin saçlarının arasında buldular. Kapıyı açıp dışarı çıkamadılar. Zamanla, bedeni tamamlanarak oluşan bir hayvanın biçimlenişi gibi, kıpırdayarak evrensel biçimlerini almaya başladılar. Nasıl bir yoldan geçip, dünyanın neresinde, ne hale gelirsen gel; cinsiyete dayalı haller vardı. Adam Ali koltuğa, televizyonun karşısına; Kadın Ayşe mutfağa, çorbanın başına yürüdü. Oysa ikisi dünyayı gezip gelmiş, modernize olmuş birer bireydi. Ne fark ederdi?
Kadınlığın ve erkekliğin tarihinin minik bir özeti olup çıktılar odadan... Kapıyı kırarak. Anneler gitmiş, kısır çoktan bitmişti.



6 Aralık 2012 Perşembe

NİNNİ-ŞARKI SÖYLE BANA



-Gün saydığı her halinden belli Hanife' nin. Duvara çentik atar gibi tek, tek kaşlarını yolup duruyor kaç zamandır. Başta hiçbirimiz fark etmedik. Derken, derken komşu teyze sordu: "Sizin kızda bi' değişiklik var; yüzünde mi, saçında mı bilemedim. Besbelli birşey yapmış kendine, nedir?" ... Fark etmediğimi demeye utandım da "Neyse, ne? Genç işte." diye geçiştirdim. Lakin Hanife okuldan gelene kadar nasıl bekledim, bir ben bilirim. Geldiğinde, yüzünü aşıp aklının içini görmeye çalışır gibi iyice baktım. Huylandı ama birşey soramadı. Kibar kızım. Baktıkça gördüm ki azıcık kalmış kaşları, vah! İki tel kaş, gerisi boya. Nasıl da görmedik kuzumun halini. Silmiş yüzünü, silmiş. Konuşurken, okurken, ederken eli hep kaşında. Bir, bir çekip koparıyor kaşının tellerini.
Daha da izledim güzel gözlümü;  gözleri de dalıyor. Çıkıp, çıkıp gidiyor ruhu, bi' an boş kalıyor öyle. Çayına papatya kattım bir tutam; uyusun da büyüsün diye. Uyumuyor da çocuk. Hiç bilmedik biz, hiç. Bi'şey gelmiş başına. Kıpır, kıpır çenesi; dişlerini sıkıyor; inci gibi dişceğizlerini.
Gözümüzün önündeki çocuğun Çehresi değişmiş; komşudan öğrendik, ayıp. Demek ki nasıl yavaş, nasıl sinsi geldiyse bu hal; gözümüzü alıştıraraktan yerleşmiş sabinin bir avuç yüzüne.
Meğer aklına bir şey takılmış... Ucundan tutup o gavur fikrin, çekip çıkarmakmış derdi. Yavrum. Sahip çıkamadık biz bu kıza bey... Anası yakama yapışacak öteki tarafta. Vah...
Kalk bey, kalk... Bahçeye çıkaralım kızı. İki sallayalım, ninni-şarkı söyleyelim. Sevelim; masalla, duayla uyutalım kuzumu. Sabah da ılık suyla yıkayıp çiçeklerle ilgili efsaneler anlatırım O'na ben... İçi açılsın güzelimin. Kalk...
-Hanım, tamam... Çoktan kavuştu anasına Hanife... Gitti... Sen güzelce analık ettin; içini rahat tut artık. Gel bahçeye çıkalım. İki sallayım seni; ninni-şarkı söyleyim. Seveyim- ... Kalk hadi... (Ah...)


5 Aralık 2012 Çarşamba

BUÇUK

























Seni bana ruyam mı getirdi? ...
Belki de kabusum...
   Acaba dünkü kargonun içinde mi geldin? Kim bilir... Geldin işte... Lütfen git. Kimse seni benimle görmeden git.
Komşu aşure getirirken mi girdin içeri? Kimse seni gördü mü?
Yağmur yağınca mı geldin, söyle!
Git, git, git.
Vapura binerken mi düştün peşime, yoksa beni delirten o telefon geldiğinde mi?
Hm?
   Ya, herkse bize bakıyor, n'olur uzak dur benden.
Pencere açık kalmış gece... Belki... sen de fırsat bilip- ... Neyse, çok saçma.
Tüm korkularımı açık ediyorsun git.
...
Göz göre, göre birinin yalanına 'hı, hı' deyip geçtim. O zaman mı buldun beni?
Param çıkışmayınca, uykum açılmayınca, haber gelmeyince düştün peşime değil mi!
   Kötüsün. Komiksin ayrıca, tipe bak ya. Neredeyse sempatik ve hatta çocuksusun.
Neden! Neden geldin? Ne işin var hayatımda?
Fırsatçısın bebeğim; özür dilerim ama sinsi bir fırsatçısın...
Zayıflığımın nişanesi gibisin; zaaflarımın...
Git!
Uçuk! Ne işin var yüzümde? Uçuk, buçuk istemiyorum ben.

3 Aralık 2012 Pazartesi

ÖKÜZ


Karanlık bir ormanın içinden şehre simsiyah büyükbaşlar dağıldı. Islak ve çamurlu sesleriyle homurdanarak yaklaştılar. Yaklaştıkça birleşip tek vücut oldular: bir tek öküzde toplandı karanlık. Öküz!
Ev, ev; kapı, kapı; kalp, kalp; ruh ruh gezdi Öküz. Öküz!
Her kim ki azıcık bir kaygı duysa; ruhun bu kaygı kapısından sızdı içeri Öküz. Öküz!
Her gece, birinin göğsüne oturdu.
Bu gecelerden birinde -öküz için sıradan, kurban için çamurdan bir gece- , kurbanın sesini işitti:

"Hayatımı yaşıyorum. Bütün hayatımı aynı anda yaşıyorum. Çocukluğum, silgilerim, peynir ekmek... Cehennem sırtımın altında. Göğsümde taşınmaz bir ağırlık.
İçimde yanıyor her anım. Bir el... Beni tutup, herşeyin daha güzel olduğu yere çekecek el... Yakalayıp, yakalanıp yitirdiğim başka dünya. Hayatım üstüme akıyor,  eriyerek kayboluyorum. Hayatım üstümden akıyor; olmadığım insan, gitmediğim zaman dilimi kalmadan parçalara ayrılıyorum. Lavanta kokusuyla azıcık aralanan gözlerimin içinden milyonlarca kişi geçiyor ve bir çift göz... Kurtar beni... Bütün dünyanın kapıları kapanıyor. Beni buradan alın...
Teslim olup dünya değiştirdiğim anlarda 'bu cehennemi hak edecek çok kötü birşey yapmış olmalıyım.' diye düşünüyorum. 'Yaptım mı? Kötü müyüm ben?' ... 'Sırası değil, evine dön...' İlk olarak ellerim terk ediyor beni; parça parça teslim oluyorum hiç tanımadığım ve kendimi tanıyamadığım bir yere... Çok başka bir yere gitmenin yükünü kaldıramıyorum. Cehennem. Cehenneme bile ulaşıp beni çeken kollar... Dönüyorum, dönüp birşeylere gülüyorum. Çocukluğuma ve yaşlılığıma sözler verip geri geliyorum. Bakkala giden merdivenlerden koşarak, düşerek çıkıp şimdiki halime ulaşmaya çalışıyorum. Raylar yabancılarıo damarlara dönüşüyor: Ceza. Sırtımı buz gibi taştan kurtarıp avucuna alan, çocuk gibi avutup yola sokan güç...
Serinliyorum. Toprak atarak üstü örtülen dayanılmaz bir gerçek gibi; bu yabancı halime su serpiliyor, suyla örtüyor eller  karanlık halimi. Dönüyorum... En güvenli yerde açıyorum gözlerimi; sesimi geri alıyorum... Ellerimi! Hemen ellerimi alıp kahramanıma teslim ediyorum. Burası daha güzel...
Nereden bakarsan, baktığın yerin sözcüsü oluyorsun ya; öyle işte... 'Evet' demek için de 'Hayır' demek için de aynı ölçüde neden var ya; öyle...
Seçince geçiyor işte... Ben seçtim; güzel tarafta kalıp, yaşamayı seçtim."



fotograf: cem baza