29 Şubat 2012 Çarşamba

UYKUNUN İÇİNDEN GELEN HABER

Sokakta yaşayan kot şortlu adam... Dilimizi bilmiyor; sadece kendiyle konuşacak kadar sökmüş konuşmayı, O'na yetiyor. Bu adamın rüyasına düşmüş , düşlü bir küçük kız... Bu küçük kızın yazıya düşen düşlerinden bir günlük sayfası; balonlu...
Adam rüyasında bilmediği bir şehirde telaşla yürümekte. Tanımadığı insanlara selam verip, her sokak başında yere bozuk para bırakmakta (nedense) ; bir evsizin bilinçaltı nelere gebe? Yeşil, yeşil yağmakta yağmur.  Adam bir ağacın altına kaçmakta.  İşte rüyanın burasında müzik değişmekte. Çünkü ağacın altında güzel gözlü bir kız günlüğüne birşeyler yazmakta. Adam bir kaç rüya boyunca gelip, gelip bulmakta kızı. Kız hep yazmakta, asık suratla. Adam bu kez kararlı, minik çenesinden tutup kızı, başını kaldırmakta. 'Biriyle göz göze geldiğinde gülümse...' Ruyanın burasında uyanmakta. Bir daha hiçbir ruyada kızı bulamayan adam şimdi korkmakta. Kartondan bir uykuda bulduğu minik kız, şimdi bir yabancıya gülümsemeyi öğrendi ama gerisini bilmiyor. Korkmakta adam ve susmakta. İçinden paslı bir tren gibi durmadan geçen cümle: "Deli bir kızcağıza insanlarla gözgoze gelince gülümsemeyi öğretmişler ama gerisini öğretmeyi unutmuşlar.Deli kız tehlikede." Adam kızı aramak için her yerde, her saate uyumakta.
Bir uyanışında, kartonunun başucunda bir günlük sayfası :Ruyasindan basucuna dusen cocuk yazili bir sayfa:  'Bana gülümsemeyi öğretip gitti bir deli amca...' ...

27 Şubat 2012 Pazartesi

O ODA


O odaya girmekten hep çok korktum. Küçükken oyunsu bir gizemdi benim için; misafir çocuklarına efsaneler anlatır eğlenirdim. Evde kilitli bir oda. Yan komşunun oğluna 'Deli bir ağabeyim var, herkesi ısırıyor, oda o yüzden kilitli.'  dedim ; sınıftaki salak Gamze'ye 'Bizim evde kilitli bir oda var, içinde de 12 tane tavus kuşu var' dedim; eve gelsin de eteğini açmama izin versin diye. Korktu gelemedi. Bakkalın oğlu gıcık Harun'a 'Kilitli odamızda deniz kızı var' dedim; bana hemen çikolata verdi gelip görmek için; zor savdım başımdan. Annemin zengin arkadaşının oğluna 'Oda altın dolu, bisiklet dolu, tren bileti dolu oğlum. ' dedim, iki gün bizde kalıp fırsatını kolladı kapının.Aç gözlü. Kişilik testi gibi numaraydı valla.
Bu oyun günlük bir rutindi benim için artık. Her sabah aynı kapıya bakarak, yeni bir dünya yaratıyordum. Bazılarına inanasım gelirdi ,ah. Bazıları da gece aklıma gelir, korkuturdu beni: Sonuçta ben de çocuktum. Bir ara annem 'Orada ev sahibinin eşyası var.' der gibi oldu ama ben hemen bu sıkıcı bilgiden kurtulmayı seçtim. Aklımın içi gezmeye doyamadığım kilitli odalarla doluydu çünkü ...
Büyüdüm:Elimde anahtar...Kapının arkasında sıradan bir hikaye görmekten korktuğum için bakamadım içeri bu kez...Bir ceset, görünmeyen bir piyanonun sesi, nesli tükenmiş bir canlının yumurtası, ismimi söyleyen bir oyuncak bebek, coşkulu bir nehir olsa... Ya tamam bomboş zeminde bir tek topuklu ayakkabı ve portakala da razıyım. Yeter ki... Öf! Yeter ki insanın aklını başından alan sıradanlıkta, tozlu bir gerçek olmasın içerde... Sıkıcı ve küflü... Daha görmeden bıktım beni şaşırtma olasılığı 100 yıl önce ölmüş odadan...Attım anahtarı, çıktım; taşınıyoruz zaten...
Bazı şeylere uzaktan bakmak güzel: Hakkında hiçbir şey bilmediğin bir varlığa, kendince daha çok anlam yükleme şansın olduğundan. İşte o zaman dilediğin hikayeyi kendin yazıp, öyle görüyorsun O'nu... Rahat...
(Bence o oda kapılarla dolu renkli bir labirent olabilir, kesin. Hem de deniz kızı filan da var içerde; sarı saçlı. Benim adımı biliyo bi'tek. Ayrıca son mamut da içerdedir galiba gibi. Mor bi nehir de görenler olabilir sanki. Amy Winehouse'un yeni şarkısı çalıyo bangır bangır. Buluta binen zebraları meşhur o odanın tamam mı?! Oh canıma değsin işte!)

24 Şubat 2012 Cuma

NOKTA ve KAPA PARANTEZ


"Sevgilim...
Her şeyi konuşabilecek kadar yakın, gitme vaktimizin geldiğini itiraf edemeyecek kadar uzağız.
Dinle... Bence bu gün o gün... Sakin ve serinlikle özgürleşelim. Kahve?
Bak tatlım, başkasının kıyafetini giymiş gibi huzursuzca hareket ediyorsan yanlış yerdesin demektir. Bir arada kalma çabamız yanlış olan, içimizden biri değil. Giderek birbirimizi yargılamaya başlayacağız; hiç olmak istemediğimiz kişiler olup kirleneceğiz. Sen şimdiki haline gelene kadar çok şey yaşadın.. ve şimdi nasıl istersen öyle olma özgürlüğün var. Git. Saklanma. Saklanmayalım. Kayboluyoruz. Git. Yersiz bir sahiplenme nöbetine dönüşecek birlikte kalma hırsımız, lütfen git. Hiç haddim olmadan seni yargılamaya başladım, izin verme. Yanımda yer aç hem. Ben yanımdaki koltuğun sahibini bi' başıma beklemek istiyorum. Karşılaşmadan, çakışıp , çatışıp bulanıklaşmadan git. Yaptığım ve söylediğim her şeyi, ek olarak bir de açıklamam gereken dolaylı yerde ne işim var benim? Ben , ne demek istediğimi benden önce anladığın anlarda senindim; artık değil. Git. Uzaklaştıkça birbirimizi duyamayacak ülkelerde bulduk kendimizi farkında değil misin? Bana dışardan bakmayı unuttuğun andan beri görünmezim. Gizemsiz, nefessiz bir gölgeyim; dayanamıyorum. Üzülme ama gizli gizli kin besliyorum bazan sana; hem de çok basit nedenlerle: ayakkabılarına gıcık olmaya ne hakkım var mesela? Alınma hemen, örney olsun diye ben... Neyse... Her şey tamam gibi görünüyor olabilir... Peki görünmez varlığıyla her şeyi bir arada tutan rengarenk his yokken biz nasıl tamam olabiliriz? Değil mi? Üzülmeden, damağımızda kalan güzel tatla vedalaşalım... Olur mu? Hoşça kal... Seni seviyorum, gerçekten..."

22 Şubat 2012 Çarşamba

'DİLİM DİLİM ZAMAN' STRATEJİ OYUNU: SEVİYE 3


Bir apartmanda beş farklı daire. 
Her biri zamanın farklı bir diliminde yaşıyor.
Herkes bir boşluğu doldurarak
zamanın içine sığıyor.
Böylece herkes, bu dengeyi korumaya çalışan
birer bilgisayar oyunu kahramanı olduğunu hiç bilmeden,  görevlerini yerine getiriyor. Biri yanlış zamanda, yanlış yerde olduğunda sistem bozuluyor: Tanımsız bir huzursuzluk dalgasıyla eriyor kapılar.

Oyunu oynatanın kim olduduğunu
hiç kimse,
hiç bir zaman,
hiç bir yerde,
hiç bir ruyada,
hiç bir toprakta,
hiç bir yaprakta,
hiç bir muzikte,
hiç bir nehirde,
hiç bir seste
ve asla bilmedi
   ve asla bilmiyor 
   ve asla bilmeyecek.


20 Şubat 2012 Pazartesi

PAZAR


Pazar gününün gizli bi' ıssızlığı vardır...
Pazar suskun, geçkin bir kızdır.
Rahatı yerinde, uykusunu almış, iştahı açık bir çocuktur.
Tüm gezegene sessiz şarkısını söyleyen eski bir yıldızdır.
Kirli çıkıdır Pazar: Yastığının altında , fazladan 3-4 saati vardır. Yavaşlayıp duran, dalgınlıkla yaşanmayı unutan saatler...
Ertesi güne bırakılamayan, günlük, raf ömrü kısa bir özgürlük duygusudur Pazar. 
Sinemadır, uzun ve şişman bir kahvaltıdır.
Dipten gelen maç sesidir, kov boy şapkasıyla uzaktan geçer Pazar.
Patates kızartması, soğuk su ve güneşli serinliktir...
Kahve ve battaniyedir.
Yaklaşan haftanın ağır yükünü taşıyan emekçi bir kardeşimizdir...
Kendini özleten, yerli yersiz akla gelen yumuşacık yastıktır.
Yanaktaki uyku izidir.
Aklına düşen ve tüm gün mırıldandığın modası geçmiş şarkıdır...

17 Şubat 2012 Cuma

KİMSE VAR MI?



"Şimdi sen İsmet Hanım Teyze'yi yağmurda' yolda otururken gördün diye, şey mi sandın? 'Evsiz bu, iter kakar, geçerim yanından' mı sandın? Hm? Gördüm evet, balkondan... Terbiyesiz, vizyonsuz ayı! Ağzımı bozdurdun bak. Dinle de kafan açılsın çocuk. Bu İsmet  Hanım Teyze var ya, senin ananın, babanın ilkokul öğretmenidir tamam mı? Bu, yağmurda kalmış, güzel gözlü nine, bildiği ne var ne yok unutana kadar melek gibi, bilge bir hanımdı. Hala da hanımlığını bozmadı gerçi, asil ruhlu işte...
İsmet Hanım Teyze buraya ilk taşındığında, mahcup bir hanım kızdı. Mahalledeki her kız çocuğu  gibi, büyüyünce ben de 'İsmet' olmak istiyordum: O'nun gibi değil, O'na benzer değil, 'O' olmak istiyorduk evladım. Bu kadın geldi,  okuma yazma bilmeyen herkese okuma-yazma öğretti haberin var mı senin? 'Gazeteyi kendim okuyabildim' diye ağladı senin deden, ağladı. Gülmesene lan...
İri yarı, yakışıklı, asker bir beyi vardı;  pek konuşmazlardı ama kibar, kibar severlerdi birbirlerini; her hallerinden belliydi.  Çocukları yoktu; artık kendileri mi istemedi yoksa olmadı mı bilmem. İsmet Hanım Teyze miniminnacık bedeniyle, kocaman mevcudiyetini, yürürken bile ilan eden özel bir kadındı. İri kıyım Bey'inin gözlerine biraz olsun daha yaklaşmak için koca, koca topuklu ayakkabılarla gezerdi. Ama bir gör, ne ayakkabılar, ne ayakkabılar... Gözümüz düşerdi. Bey'ine çok düşkündü; dedim ya severlerdi birbirlerini ah...Her hallerinden belliydi. Adamcağız hastalanıp yatağa düşünce karardı bunların evi oğlum; hayatta kime ne olacağını bilemezsin. O görkemli adam ince, ince küçülürken, İsmet Hanım da her geçen gün küçülttü topuklarını, Bey'iyle birlikte toprağa yaklaştı. Gözlerimizin önünde, yıpratıcı bir yavaşlıkla küçüldüler, minicik kaldılar. Önce adam öldü, sonra İsmet Hanım'ın aklı. Artık evde yoklardı.  Attı bütün ayakkabılarını, attı aklını İsmet Hanım; yalın ayak koştu sokağa. Şimdi de, toprakta uyuyan Bey'i ile arasında hiç bir mesafe, hiç bir varlık, his ve fikir kalmasın diye, yalın ayak ve akılsız bastı hep toprağa. O ortadan kaybolunca korkudan uyku tutmaz hiçbirimizi. Burada,  gözümüzün önünde olsun da tek; ağlayıp sokakta koşsun. E, bi'daha O kadına bi' saygısızlık et... Bi' göreyim Orçun... Eh, daha da bi' şey demiyorum sana... Yüzüme bak... Baksana çocuğum...
Birine baktığında, O'nun kaçıncı hayatını yaşadığını göremeyebilirsin, evet. Ama bil , karşındaki kişinin dün kim olduğunu , yarın kim olacağını, kaçıncı hayatında, kaçıncı halini yaşadığını bilmediğini bil. Kulağını çektirme bana.
Hadi bakalım... Şimdi git, bu tabagi annene götür, 'Neşe Teyzem'in selamı var' de.  Bi' de bana iki-üç tane Fellinivari film getir yarın filimciden. Hadi yavrum, kapatyorum ev soğudu. "

14 Şubat 2012 Salı

HAVUZLAR, SORULAR VE SEVGİLİLER...





Bu sene de sevgililer gününü geride bıraktık usta… Yıllardır dilimin ucunda sırasını bekleyen lafım da geride kaldı … yine… Ben nereden bilecektim her şeyi göze alıp nihayet konuşmak için yola düştüğümde bir felakete şahit olacağımı? Gördüklerim yetmezmiş gibi suçun da üstüme kalacağını aga?! Of…
Küçükken ablamdan başka kimseyle konuşmazdım ben.  Çok gerekmedikçe onunla da konuşmazdım ya, neyse… Ablam benden sadece 2 yaş büyük olduğu halde, daha dünyaya gelmeden yaşayama başlamış gibi yorgun bakışlıydı. Başından kimseye anlatamayacağı bir şey geçmiş gibi uzun uzun susar, sadece bana ödev yaptırırken gülerdi. Bende emeği çoktur sağ olsun.  
Bir gece uzatma kablosuyla ışık çektiğimiz kilerimizde yine ödevlerimi yapıyoruz. Ben on ikiyim, ablam on dört. Hava da nasıl soğuk o gece. Burnumuz aka, aka bi’ an önce havuzlarla ilgili tüm sorunları çözüp uyumak istiyorum ağabey; ben hiç sevmem matematiği. Neyse… Baktım, ablam benden daha çok çekiyor burnunu; ağlıyormuş biliyor musun? Canım benim. Bana ‘yarın ödevini Seda ablanla yapacaksın, zorluk çıkarma.’ Dedi… Hiçbir şey sormadım. Kafamda çeşit çeşit ‘Seda’lar yaratmaya başlamışım bile; af edersin uyurken bile o ‘Seda’lardan biriyleydim; çocuktuk ağabey işte…
Sabah uyandığımda ablam evde yoktu; O’nu bi’ daha hiç görmedim usta ya… Hiç anlamadım, açıkçası pek özlemedim de…   Ama gariptir, ne zaman yeşil fasülye yesem gelir aklıma…
Akşam Seda abla geldi… ‘Seda’… Bak usta bak, bak ‘Seda’ derken bir serinlik geliyor etrafa ya… Seda benim hayal ettiğim ‘Seda’ların arasından kendinden emin gülüşüyle geçerek geldi. Ben on ikiyim, Seda on dört.Ah. Ağabey ben  daha annemle ablamdan başka hiçbir kızı yalın ayak görmemişim; sesli gülen kız görmemişim; şeftali kokuyor kız ya, ben şeftali kokan kızın sokağından geçmemişim… Haliyle Seda bana yaklaşınca tüm gücümle sarılmamak için zor zapt ettim kendimi. Ağlamaya başladım; ablamın evde olmayışıyla, Seda’nın karşısında küçücük kalışım birleşti; zırıl, zırıl ağladım. Ben o günden beri aşığım ağabey. Ben o günden beri Seda’yı her gördüğümde O’na rezil oldum… Düştüğüm de oldu, kekelediğim de, ‘nasılsın’ yerine ‘karpuz çıkmış’ diye lafa başladığım da oldu… Hep çiçekli elbiseler giyerdi; gerçi ne giyerse giysin ben onun etrafında hep çiçekler görürdüm. Yıllarca beni matematik çalıştırdı ve üniversiteyi kazanıp gitti… Kokusunu, gülüşünü uykularımın içine bırakarak gitti… Ben on altı, Seda on sekiz. Ben bir sabah bir uyandım usta… Bir rüyadan bir uyandım… Bir güzel sesin, Seda’nın koynundan koparak bir uyandım…  Delireceğim sandım. Hemen hazırlanıp babamın cebinden yedinci kez para ve sigara çalıp istasyona koştum. (Babam bir şeyler çaldığımı anladığı halde çaktırmazdı ama ara sıra laf sokardı.) Kan ter içinde, yüzümde yastık izi burnumda şeftali kokusuyla koştum. Sabah beş. Koşarken bir  patlama sesi geldi usta, deprem sandım. Yok, yok önce ne olduğunu anlamadan etsiz, kemiksiz gibi duvara kadar uçup yere çakıldım. Tek gözümle etrafa bakındım; iki adam geldi yanıma. Yardım edecekler sandım, uzandım. Hızlıca bağıra çağıra uzaklaştılar. O ses istasyon yolundaki konsolosluktan gelmiş . Bu iki dal konsolosluğu patlatıp kaçmış usta ya; o sabah önemli biri mi geliyormuş neymiş…  Neyse… Aniden bana binlerce kişi gibi gelen bir kalabalık toplanıverdi. O saniyeye kadar neredelerdi, nasıl hemen beliriverdiler bilmiyorum. Beni aldı polisler. Polisin, o anda olaydan sorumlu adi bir suçluya; benim, boğazımda düğümlenen lafımı Seda’ya söylemeye; dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuğun da süte ihtiyacı vardı… 
Ben ol altı hala… Seda? Seda nerden baksan 30-35 olmuştur… Güzeldir eminim hala… Ah güzel sevgilim benim… Ölye işte… Kusura bakma usta, görüş saatinde seni de tek görünce açılıverdim sana… Allah’tan işitmiyorsun… Sağ ol, sigara sende kalsın…   (Bekir) 


13 Şubat 2012 Pazartesi

MÜSADEMİZLE...


Canım kızım… Sen kıymetini bilen kalabalık bir ailede sevgiyle ve kavgayla büyüdün. Hepimizin kendine ait yalnızlıkları oldu, evet; bulunduğumuz anda ve yerde yalnızlıklarımızı da yaşadık. Büyüdüğünde hatta büyürken en sakin yaşamı sürsen dahi güzel ve çirkin çok şeyle karşılaşacaksın; çarpışacaksın. Korkma. İlk adımını attığında kalbimde kocaman bir his büyüyüverdi; yırtıcı bir sevgi; seni koruma isteğiydi bu; her şeyden. Biliyorum, her şeyi kendin yaşayarak göreceksin. Ben sadece zamandan ve mekandan bağımsız bir gerçeği seninle paylaşarak hayatını kolaylaştırmak istiyorum, izninle. Sıkıcı bulursan  lütfen beni bağışla sevgili meleğim.
Ben küçükken hayat karşıma kıymetini sonradan anlayacağım sihirli bir kutu çıkardı. Bu kutunun içinde gelecekte olabileceğim kişi seçenekleri vardı. Bu kutunun içinde az sayıda evden oluşan küçük ve duygu dolu sokağımız vardı; büyüdüğüm sokak. Tam beş tane evden, beş  ‘gelecek’ resminden ve çok sayıda hayattan oluşan renkli ve renksiz sokak.
1)Sokağın başında yalnız ve  kızgın Osman amca yaşıyordu. Neden bu kadar yalnız kaldığını hiçbirimiz bilmiyorduk. Bence kendi de bilmediği için sadece dut toplarken gülümsüyordu.Bunun dışındaki tüm zamanını gözü dalmış gibi etrafa bakıp düşünerek geçiriyordu.
2)İronik bir şekilde Osman Amca’nın tam karşısındaki evde 5 kişilik çekirdek bir aile yaşıyordu. Üç erkek çocuğu olan genç bir çift. Cebrail,İsrafil,Mikail. Gerçekten de üstün güçleri olan melekler gibi durmadan yüksek enerjiyle koşturup durulardı. Konumuzla ilgisi yok ama ben en küçükleri olan Mikail’e aşıktım, o bunu hiç bilmedi. Dikkatini çekmek için gözlerinin önünde bisikletten attım kendimi, ilgilenmedi bile, gıcık…
3)Osman Amca’nın yan komşusu da Ayfer teyzelerdi. Evlerinden her zaman kavga sesleri gelir fakat kimseye bir şey anlatmazdı. Bahçeye çıkıp mutlu aile şovları yaparlardı; neyse ki çok ikna edicilerdi. Çocukları mutlu büyümüştür herhalde. Annem onlarla oynamama izin vermediği için bilmiyorum. (Annem onlarla okulda bir kez bitlendikleri için oynamama izin vermiyordu. Oysa ben de bir kez bitlenmiştim ve bu annemle aramızda sır olarak kalmıştı. İlk kez sana söylüyorum.)
4)Bizim evimiz…ve tabii ki anneannen ve dedenin evi… Biz geniş bir aileydik. Annem ve babam çok genç yaşta –benim dünyaya gelebilmem için- evlendiklerinden aile büyüklerimizle yaşadık.Ben bu konuda kendimi hep çok şanslı hissettim. Dedem ne istersem yapıyordu. Osman Amca’nın dut ağacına bile dalıyorduk. Annemin bazı geceler hemen, her şeyi bırakıp gidecekmiş gibi bahçe kapısında donup kaldığını görürdüm. Doğduğu evde çocuk büyütüyor olmak, genç yaşta ilk erkeğiyle evlenmek hiç de O’na göre bir yaşam biçimi değildi çünkü. Annem özgürlüğüne düşkündü. Abla kardeş gibi büyüdük…
5)9 kardeşe miras kaldığı için bir türlü paylaşılamayan ve bundan ötürü boş kalmış bir ev. Yani sokaktaki tüm çocukların ‘perili evi’.
Sihir bu kutunun neresinde? Diye düşünüyorsun; hemen söyleyeyim: 'Büyüdüğünde sen hangi evdeki yaşamı kuracaksın , hangi evdeki duyguyu seçiyorsun?' sorusu...
1)Yalnızlık içinde bir yaşam,
2)Çok çocuklu, neşeli ama evde geçen bir yaşam ,
3)Mutsuzluğu kabul etmeye çalışarak, rol yaparak geçen bir yaşam,
4)Büyümeden büyük yükler altında kaldığın bir yaşam
5)Hiç biri
Bu sokaktan büyüyerek çıktığımda kendimi ailemden uzakta çok yabancı bir kalabalıkta buldum. Bu kalabalık benimle aynı duyguyu paylaşan insanların da olduğu renkli, güzel, çirkin ve gerçek bir hayattı. Ailemden ilk kez okul için bu kadar uzak kalmıştım. İlk kez ihanete uğramış, ilk kez yalan söylemiş, ilk kez uyuşturucu çeşitlerini denemiş (umarım bunun için beni yargılamazsın, sadece denemeydi. Birkaç kez. Eğlencesine. Neyse…),  ilk kez sarhoş olmuş, ilk kez tek başıma başarılı olmuş, ilk kez yemek yapmış ve evet ilk kez aşık olmuştum.
Çocukken kendi kuracağım ailenin tasarımını o kadar çok düşünmüştüm ki içim rahattı. Milyonlarca parçadan oluşan bir yapboz gibi sevdiğim her şeyi içine koyduğum bir resim yaptım. Zamanla bu parçaların beni bile ezen bir hakimiyeti olduğunu anlayacaktım. Aile olmaya ikinci bir kişiyle başlayacağım için önce ıssız bir yerde iki kişilik bir yer açtım. Aşık olduğum adamı çeke çeke oraya sürükledim. Aşkımızı bu yapboz çerçevesinde yaşamaya çabaladık, benim yüzümden. Zamanla ben yaşamda yol almaya başladım, sevgilim yerinde saydı. Çünkü onu ve onun yaşamı boyunca kurduğu hayali hiçe saymıştım. Bunu bir gece uyanıp babanı seyrederken anladım. Kendimi onun yanında dev bir cadı gibi hissettim. Üzgündüm fakat artık çok geçti… Onu seviyordum ama o birey olma hakkı elinden alınmış bir erkeğe dönüştüğü için beni sevemiyordu bile. Yalnız kaldım. Bazan yaşamın bu kadar gerisinde kaldığı için babana olan saygımı yitirdiğimi dahi fark ediyordum. Ben, neden olduğum  bir yok oluşa ,hiç hakkım olmadan öfke duyuyordum, saygısızca.
Bir gece yapbozun bir parçası haline gelerek cansızlaştığım yaşamımın içinde kaybolurken, baban beni uyandırdı. O’nu ilk gördüğüm haliyleydi. Büyük,  görkemli,  parlak bakışlı ve erkek.   Baban  aşık olmuştu.  Kendi olmasına izin veren bir kadına gideceğini anlattı bana. Onu ilk kez dinledim, anladım ve özgürlüğüne kavuştuğu için mutlu bile oldum. Canımın ne kadar acıdığını anlatıp seni yormayacağım bebek. Baban gittikten sonra sen bir hediye gibi geliverdin hayatıma. Plansız, kendiliğinden ve hiç aklımda yokken. Başıma gelen en güzel şey sen oldun canım bebeğim. Babanla seni mutlu yetiştirebilmek için düzenli olarak görüştük. Onu her gördüğümde ne kadar güzel bir adam olduğunu hayranlıkla izler oldum.
Ben kurguma hapsolarak yaşamın getirdiklerini gözden kaçırdığım için kendi duvarları içinde kalan, sevdiği adamı da burada yok eden bir kadın oldum. Onun erkeliğini, benliğini, kendi yolunu ortaya koymasına hiç izin vermedim. Bu yüzden gitti… Ben hiç istemediğim halde Osman Amca olmuştum.
Şanslıydım evet. Sihirli kutu bana çok şey söylüyordu. Yaşadıkça, kurmak istediğim hayatın parçalarını bir araya getirirken ,hayatın bana getirecekleri için , kendiliğinden gelenler için hiç yer bırakmayacak kadar da bencildim. –ki bu her şeyi yok edecek büyük bir hataydı.
Canım kızım, kendini iyi tanıyan bir kadın ol, lütfen. Ne istediğini, ne olmak istediğini bilerek yaşa. Yaşamak istediklerinin peşinde ol ve yakala. Ama lütfen başka birinin kurgusuyla birleşecek kadar da  cesur ol. İzin ver. Boş odalar bırak gelecek tasarımında. Yaşamın akışının gizli bir güvenilirliği vardır, izin ver ve güven. Ancak böyle daha fazlasını alabilirsin biricik hayattan.
Sevgiyle kucaklıyorum seni güzeller güzelim… 
Annen…                                             



10 Şubat 2012 Cuma

O SES



Loş ışıkta bacak, bacak üstüne atmış uykusuz bir kadın oturmakta; kendine 2 beden küçük gelen seksi (!) kıyafetiyle süzülerek bakmakta sana. Dişlerinin arasında,  kalıcı bir duruşla yerleşmiş uzun Samsun,  yanında maziden kalma bir daktilo; sadece harflere basarak çıtı, çıtı ses çıkarıyor en beklenmedik zamanda.  Çünkü tekinsiz görünümüne rağmen yaratıcı bir senarist,  kurgucu ve kuruntucu.  Bu çift cinsiyetli varlık senin kafa sesin. Evet. Adı Bay Yosma. Hatırladın mı? Dur, dur şimdi geliyor aklına…
Hani çok yorgun ve uykusuz olduğun halde bir türlü uyuyamadığın gece vardı ya… Hani o gece uyku kaçağından faydalanıp kafana sızan bir sahne oldu; belirli birine bir türlü gerçekleştiremediğin bir konuşmayla başlayıp tamamen senin lehine sonuçlanan bir kavgayla biten sahne… Hatırladın mı? İşte o sahneyi Bay Yosma yazdı. Hani arkadaşın telefonuna yanıt vermeyince olmadık olasılıklarla arkadaşına bilenmiştin? Meğer telefonun sesi kapalı kalmış, öğrenince rahatlamıştın… O olasılıklar da Bay Yosma’ nın kaleminden… Bildin mi? Peki birkaç gün evden çıkmadın diye kafanın içine üşüşen tarihi geçmiş öfkeler? O öfkeler kimin tuz bastığı yara? Tabii ki Bay Yosma’nın…
İşini ustaca yapan Bay Yosma kendi için doğru zamanı çok iyi bilir. En savunmasız ve özgüvensiz olduğun anda hemen ‘çıt’ diye yanar o ışık, aklına bir ‘şey’ geldi sanırsın. Oysa aklına ‘biri’ gelmiştir: Bay Yosma. Gözün dalar, Bay Yosma bildiğin en pes erkek sesiyle konuşmaktadır. O kadar sıkı tutar ki seni, daldığın yerden kolay,  kolay gelemezsin; yılların görme engellisi  uzmanlığıyla el yordamıyla işini bile görürsün bu esnada … Ya…
Bakışları ‘Öncelikle aklını alırım bebeğim; kurum, kurum kurarım seni. Öyle sessiz, sessiz otururken tansiyonunu birden yükseltirim; şaşarsın…  Senin bilinç altında gizli bir odam var benim,uykuyla uyanıklık arasındaki karanlık koridorda; buradan yayın yapıyorum; sana özel bebeğim. Yolda seni kızdıran adamı sen affedersin, ben affetmem. Eve yaklaşırken damarların çıkana kadar kudurmuş bulursun kendini çünkü ben bu sürede o adama küfürler saydırır, bir de güzel döverim; senin kafacığının içinde aşkım. (Hışırtılı, bilgece bir kahkaha)  Kafanda değil de yer yüzünde yaşasaydım dünyadaki tüm festivallerde ‘en iyi kurgucu’, ‘en iyi senarist’ ödüllerini toplardım.‘ der gibidir… Lafı bitince yedinci sigarasını saplarcasına kül tablasına bastırarak söndürür. Dipleri simsiyah, geri kalanı sarının yegane tonlarına bulanmış saçlarıyla oynayarak, sana bin yıl önceki sevgilinin attığı kazığı hatırlatır; bir kallavi küfür de ona gider .  Bu gelgitli ‘adam-kadın’ ani sıçramalar yaratarak hislerinle oynar. Fal bakar gibi gelecekten bahsedip içini açarken, keskin bir kıkırtıyla aniden bir kaygı senaryosuyla seni dipsiz kuyulara terk eder.
Sen belki bir ayrılığın en sıkıcı evresindeyken, belki maddi sıkıntının ortasında ip gibi kalmışken, üstüne bir de 'çok sevdiğin bir yakınına kötü bir şey olursa? ' sorusunu konduran o ses... Eski sevgilinin yanına türlü versiyonlarda muhteşem hemcinslerini yerleştirip ballandıra, ballandıra sana anlatan o ses... Kafanın içinde nesli tükenmiş olanlar dahil çok sayıda hayvanın aynı anda çiftleşmesi etkisi yaratan o ses...
 Çiçek bozuğu bronz bir cilt, kocaman ayaklar ve halinde tavrında eğreti duran kibar elleriyle eşsiz bir varlıktır Bay Yosma. Bağışıklık sistemi zayıflayan kafalarda mutlulukla yaşar. Reçete: Uyku, nefes, müzik, sosyalleşme, magazin programı, sıkı bir roman, çerez film, bi’ buçuk Adana, yanına da ayran; ayran açık olsun lütfen.

6 Şubat 2012 Pazartesi

ARZU' LAR? , HAYAL OLDU?


Her sabah ‘Arzu! Arzu, Ar-zu?’ diye bağıran bir kadın var benim sokağımda. Aylardır, her gün, aynı saatlerde Arzu’yu çağırıyor; görünmeyen bir yerden. Sadece ses geliyor,  yalvarır gibi bir ses; cevabı hiç gelmeyen bir soru… Kadın yıllarca Arzu’yu çağıracak gibi geliyor bana.
Yıllar sonra bir gün Arzu çıkagelecek birden. Kadın boynuna atlayıp ağlayarak ilk kez başka bir kelime düşürecek dudaklarından: ‘Hoş geldin…’
Arzu şimdi nerede, ne yaşıyorsa incecik iplerle annesine bağlı kaldığı, o iplerin içinde yeni hayatını yaşamaya çabaladığı benim penceremden bile görünüyor. Sımsıkı tutmuş kızını kadın. Kollarının damarları çıkıyor iplere asılmaktan; sokağın her yerinde hissediliyor. Bir rivayete göre yukarı sokaktan da hissedenler varmış ipleri. Hatta görmüş bakkal bir gece dükkânı kapatırken. Yollar bembeyaz iplerle doluyormuş herkes uyuyunca. Gündüz de varlarmış ama öyle herkes göremezmiş. Ben o kadar da iyi bir insan değilim zahir, göremediğime göre.  Her bir ipte Arzu’ya başka bir şey yaşatmaktaymış kadın. Aklına türlü türlü şeyler gelir, ip olur, tutunurmuş ellerine; her ipin ucunda başka bir Arzu…
 Arzu şimdi bir yerlerde âşık olmakta belki, bir yerlerde büyümekte…
Yan sokağa kaçan bir topun peşinden gidip yıllarca ortadan kaybolacak olan küçük kız şimdi büyümekte…
"Bırakılmış bi' çocuksun sen." M.C.Anday
Arzu şimdi bıraktığı boşluk gibi büyüyen bir kederle kadın olmakta belki; küçük bir kadın. Ah!
Birilerini eksiltip, birilerini çoğaltarak yollarda koşturmakta.  
Kimi zaman birilerinin evinde duraklayıp dinlenmekte.  
Ayakkabılarını eline alıp taşlarla basa, basa yürümekte.
Uyuyabilmek için şarkılar söylemekte.
Yalan söylemekte.
Yalana inanmakta. Ah!
Para bulmakta.
İyi kalpli bir adam tarafından sevilmekte.
Kötü kalpli bir adam tarafından köşeye sıkıştırılmakta. Ah!
Pembe el örgüsü kazağıyla kenarda oturup, ayaklarını sallayarak saçlarıyla oynamakta belki…
Yolunu unuttuğu evinden her an uzaklaşıp özgürleşmekte.
Kaldırımda oturup boş,  boş gülümsemekte.
Başarı merdivenlerini hızla tırmanmakta.
Bebeği oldu belki.
Suyun içinde koşar gibi dans etmekte…
Yanlış anlaşılıp içine kapanmakta… Ah!
Karpuz yemekte;  eteğine damlata, damlata… Canım!
Gülüyor belki, hem o kadar içten gülüyor ki gözlerinden yaş geliyor.
Ya korkuyorsa!
Onca korkuda bile aklına gelmeyen ‘ev yolu’,  ayağının küçük parmağını taşa çarpınca ağlayarak koştuğu bilindik bir yol oluverecek belki.
Arzu sabaha kadar sokakta bekleyen annesi, seslenerek pencerenin önünde uyuyup kalınca gelip doğacak evin içine belki  ; ‘Anne?’…-Hoş geldin… 
Belki Arzu’yu kadından başka kimse görmeyecek ama sessizlik çökecek sokağa… Kadın susacak; bir daha hiç konuşmayacak.

GİZLİ ÖZNE


Sevgili  ‘özne’ bu yazı senin için; sana ellerimle teslim ettiğim klavuz. Şimdi derin bir nefes alıp sakince, kendini savunarak zaman kaybetmeden keyifle oku… Özne kim mi? Özne sensin 35-45 yaş aralığındaki erkek. Evet, sen…  Merhaba… Ben 22 -36 yaş aralığındaki kadınım… ( Rakamlardan çok dönemlerin önemli olduğunu bilerek. )
Birbirimize ihtiyacımız olduğu gerçeğini kabul ederek bu bilgileri seninle paylaşmayı bir borç bildim; ikimizin de saadeti için (sen seversin böyle eski kelimeleri)…
Sen 17 yaşlarındayken, kadınların sadece fotoğraflarda değil gerçekte de çıplak olabileceğine yeni,  yeni  idrak ederken, küçük şehirdeysen bir kızın ancak ‘konuştuğu çocuk’ olabiliyordun, büyük şehirdeysen cinsel münasebetinin olduğu bir kadına karşı çok fazla sorumluluğu olan  bir genç oluyordun. Sonra ya o konuştuğun kızla evlendin ya da sorumluluk duygunla gerekeni yaparak ilişki yaşadığın kadınla… O günlerde sevgiye sahip çıkmak daha kolaydı ve daha da önemlisi ahlaki olarak çok da fazla seçeneğin yoktu.  Adam kadını ‘bir müddet görüşülüp, ailesiyle tanışılan, zamanı gelince evlenilip çoluk çocuğa karışmak için gereken, bakımından sorumlu olunan ve sahip olunan bir varlık olarak tanıyordu. Kadın da adamı ‘bir müddet görüşülüp, annesinden öğrendiği tekniklerle parmağında oynatması gereken, iyi para kazanması gereken, damızlık, bakıma ve ilgiye muhtaç, hem çocuğu hem eşi olan ve tabii yine sahip olunan bir varlık olarak tanıyordu. Evlilik kimseye özel alan tanımayan; her şeyiyle tam bir ortaklık demekti. İkiniz bu iyi ve kısıtlı koşullarda bir araya geldiniz.
Bu ikili, mutluluğu birlikte yaratmak için idealdi. Fakat tam dikiş tutmuşken hayatta bazı değişiklikler oldu… Her şeyi sorgulatan yeni bir hayat başladı; sokakta. Siz evinizin içindeyken sokakta yeni bir hayat başladı beyler. Bir süre dışarıdan gelen sesleri duymazdan gelseniz de, birbirinizden gizli pencereden bakıp, bakıp iç çektiniz.
Ne mi oldu? Şöyle özetleyeyim; öncelikle hızla ilerleyen teknoloji sayesinde herkes birbiriyle daha çok iletişmeye, birbiriyle temas halinde olarak değişip gelişmeye başladı. Dünyada olup biten her şey anında her evde yankılanmaya, her birey kendi alanını yaratmaya başladı. Kadın cinsel, ruhsal ve ekonomik açıdan özgürleşti. Kadın bu özgürlüğünü ilan ettiği için ilişkilerin de boyutu değişti.  Tabii ki bu değişiklik dönemin yeni yetişen erkekleri için de olumlu bir şekilde etkendi. Bu değişimleri tüm zamanların, tüm şehirlerin, tüm sınıfların kadını doğallıkla anında yaşamına dahil edip yeniliklerin tadını çıkarırken, sen bir türlü hazmedip adapte olamadın. Konuşa, konuşa; koklaşa, koklaşa evlendiğin kadın kendini yenileyip yol kat etti; sen dışarıdaki yeni hayata ipini koparmış gibi koşmak peşinde olduğun için çok geride kaldın; boşandınız. (ya da bütün bu yılları evlenmesen de bu çehrede bir ilişki anlayışıyla geçiriyordun zaten)…
Sonra ben çıktım karşına… İşte her şey şimdi başladı. Karşına çıktığımda gözlerin ışıl ışıldı. Belli bir yaşa geldiğin için tecrübeli görünüyordun. İnsanda güven ve korumacı bir his bırakıyordun, yaşamıma dahil olmana izin verebilirdim. Fakat seni cazip yapan şeyin, gençlik yıllarından kalan nezaketin olduğunu bilmeksizin, kendince modern olma çabasına girerek maça 1-0 geride başladın canım. Ya hemen benimle evlenip eskiden bildiğin haliyle bir hayat sürmek için beni sıkboğaz ettin ya da ‘ben daha yeni boşa çıktım, senin için de sorun olmadığına göre, ben sokakta oynayacağım, hoşça kal’ dedin, gittin… Çünkü senin modern ilişki sandığın şey, ergenlikte yaşama fırsatı bulamadığın küçük oyunlardı. Benimle yaşayıp tüketmek istediğin şeyin modası geçti; ben bile yetişemedim o görgüsüzlüğe, sen çok geciktin canım. İşte bu rahatlığın ilk döneminde insanlar haliyle bir parça saçmalamışlar ve geçmiş,gitmiş…Sen 80/90’ larda gençtin; ben 90/2000’ lerde… Bizim yaş grubumuz dışarıdan rahat ve kaygısız görünebilir fakat  senin 30’lu yaşlarında ilk kez gördüğün bir çok şey, benim zaten içine doğduğum, çoktan hak edilmiş bir yaşam biçimiydi. Senin kadın kavramın gitti, yerine öncelikle kendini düşünen, yaşamı güzelleştiren, tek başına yolculuk yapmayı seven, kariyeri olan, her şeyi keşfetme peşinde olan ve ‘sahip olunamayan’ , sana da ‘sahip olmak’ gibi bir derdi olmayan bizler geldik. Merhaba, evet;  ben de memnun oldum tanıştığımıza… Yalnız sen de yaşamın yeni sürümünü yüklenmiş olsaydın daha da memnun olurdum. Şimdi sen Fransız soslu yerel bir yemek gibisin bu halinle; yendiğinde otomatik olarak gülme krizine sokan; gülünç. Bense tadını bilmediğim bir malzemeyle tamamlanacak yeni bir tarif… Çünkü benim zamanımda büyüyen bir boşluk var; ilişkisizlik. Bireyselliği elimize yüzümüze bulaştırıp yapayalnız kalmamıza çok az kaldı; korkuyoruz gizlice.
Ben seninle çok güzel bir akşam geçirip, bir daha seni görmek istemeyebilecek kadınım. Sana bir şans verip o şansı hemen alabilecek kadınım. Canım seninle sadece flört etmek de isteyebilir, uzun soluklu bir yola baş koymak da…
Kendine sahip çık özne, sen bana lazımsın; senin geçmişten gelen hassasiyetin çok kıymetli benim için, senden öğreneceğim çok şey var. Senin bildiğin güzel hassasiyetle benim özgür ruhum birleştiğinde dünyanın en güzel resmini yapabiliriz… Seni yaşamımın bir parçası yapmak, kariyerimde yol alırken bu yükselişi seninle kutlamak, istersek seninle çocuk yapmak, evlenmek bile belki-şaşırabilirsin ama gelenekleri de modernize ve yaşanabilir kıldık, evet- , seninle bir sürü ülke görmek isteyebilirim. Canımız istediği anda yeniden yola koyulmaktan hiç korkmadan… Bütün bunlar olurken bireysel ideallerimizi korumamızı, özel alanlarımıza özen göstermemizi istiyorum. Çünkü unutma; ben Oscar almış bir oyuncu olduğumda bile senin ilginle güzelleşen bir ‘kadın’ olacağım…