29 Aralık 2013 Pazar

PENCERESİ CAM CAMA...

2013çüğüm... 
Bu mektubu sana 2014'e girmeye hazırlanırken yazıyorum. Artık her şey geride kaldığına göre sana açık yüreklilikle söylemek istediğim bazı şeyler var... (Gerçi son dakikada bile anî hareketler yapma potansiyelin var ama mühim değil, sayende üstesinden gelebilecek deneyime sahibiz iyi ve kötü seslerin.) 
Her şekilde çok eksik bir yazı olacak bu; yorgunluğuma, 
attığım kabuklarla hafifleyen hafızama, 
kalp kırıklarımdan kaçıp giden akıllarıma ver... 
Sevgili 2013, 
sayende her birimiz birer bilge, 
maskeli birer devrimci, 
yeşilli turunculu birer yaprak,
potansiyel birer katil,
mağrur birer kurban
ve profesyonel yaşayıcılar olduk, sağ ol... Seni hiç unutmayacağız; özellikle bize yaşattığın eşsiz Haziran ayı ve Gezi masalımız için teşekkür etmek isterim unutmadan... Büyük ülkelerde ve evlerimizdeki küçük ülkelerimizde, şehirlerimizde savaşlar ve barışlar yaşattın. Kalbimizin coğrafyasına kanla, aşkla, şarkılarla yeni yerler kattın, sağ ol...
Sen ne acımasız, ne istikrarsız, ne sarsıcı ve öğretici bi adam çıktın ama 2013. Erkek olduğunu biliyoruz hepimiz, sakın bu konuda bi sırrın kaldığını sanma. Çocuksu ve fevri tavırlarınla, babacan kucaklayışlarınla, tutkulu bakışlarınla ele verdin kendini er kişi 2013... 
Sayende eşikler atladık, 
raylardan çıktık, 
yeni raylarda dengeler bulduk, 
renklere, seslere karıştık,
büyüdük ve büyüyoruz,
yandık,
mizahımız-sanatımız-rutinlerimiz yeni ve karmaşık bi organik yapıya doğru yola çıktı,
kalbimiz taş kesti,
işimizi-gücümüzü-ailemizi-aşkımızı-arkadaşlarımızı-yalnızlığı yeniden tanıdık; sayende. 
Sabırmış, kabûlmüş, idrakmış ne varsa hepsiyle tokatladın bizi... 
İzlemesi zor ama başyapıt sinema filmi gibiydin...
Öyle her zaman dinleyemeyeceğimiz ama her dinlediğimizde kendimizi mükemmel hissettiğimiz bi şarkı gibiydin.
Okumak için sakin kafayı beklediğimiz çok kalın bir roman gibiydin.
Teşhis konulamayan ama semptomlarıyla yıpratıp, insanı çok şey öğrenmeye zorlayan hastalık gibiydin.
Gitmeyi göze alamadığımız ama gittiğimizde aydınlandığımız bir şehir gibiydin.
Gardropta duran, 40 yılda bir giydiğimizde yepyeni bi insana dönüştüğümüz kıyafet gibiydin arkadaşım...
Teki kaybolduğu hâlde vazgeçemediğimiz kıymetli bir küpe gibiydin.
Son saniyeye kadar ilk anki kadar belirsiz ve heyecanlı devam ettiği için yürek hoplatan maç gibiydin.
Kafası karışık sevgili gibiydin.
Ergenlikten yetişkinliğe geçerken dünyayı herkese dar eden oğlan gibiydin.
Köy kıraathanesine aniden el ele girip akılları başlardan alan gay bir çift gibiydin. 
Uyku kaçıran tedirgin bir fikir gibiydin.
Nefes almayı zorlaştıran, kalpte renk ve ritm bırakmayan sert tavırlarınla, çocuğunu sadece uykusunda seven babalar gibiydin.

Yıllar sonra sandıktan çıkıp yolumuzu izimizi şaşırtan mektup gibiydin.
Mevsimsiz açan çiçek gibiydin.
Hepsini de doğallıkla yaptın, ezber bozdun, kafaları-kapıları açtın çakal... (Kusura bakma onca anı vesîleyle yüzgöz olduk seninle...)
Hep şaşırttın ve her seferinde de güzel bi yere bağladın olayı seni gidi bilmiş seni ya! Helâl olsun! 
Açıkçası seni bir daha görmek istemiyoruz. Senden öğrendiklerimizi ve güzel anılarımızı, ömrümüzün ışıklı odalarında ara sıra ziyaret edeceğiz, söz. Kulağımıza küpe oldun, daha istiyorsun 2013? ... Biliyoruz ki sen paralel evrende karmaşık varlığını sürdürüyor olacaksın, sürdür, bizi elleme... Ellerinde oyun hamuru olduk, hiçbiri boşuna değildi evet, bize şimdiki şeklimizi verdin ama çok acıdı yalan mı söyleyelim?
Yıllarca sürdün 2013... Yıllarca... Arkadaşım her gün, her an sürpriz sınavlar yapan sert yüzlü bir  muallim misin nesin? Senin asıl meslek muâllimlik değil mi?! Şimdi buldum. Sadece bi 'yıl' falan değilsin! Yan dalların da felsefe, mücadele teknikleri, sanatta gelişim, ilişki uzmanlığı ve matematik... Çok havalısın dostum. Bilmediğin şey yok, hepsini de bize öğretmek için çok ısrarlıydın doğrusu; anlayan anladı için rahat olsun...  Güzeldin, yorucu ve güzel... Senin sınavlarından başarıyla geçen öğrenciler, zavallı yorgun bilgeler, yeni yıla çok büyümüş, güzelleşmiş, yeni adımlarının her birinden emin hâlde giriyor, teşekkür ederiz usta... 




25 Aralık 2013 Çarşamba

PEMBE VE BUZ GİBİ

-Merhumu nasıl bilirdiniz?
-İyi...
Sıradan bir cenaze diyalogu. Acıklı. Klişe. Sert. Soğuk ve kırık.
Fakat Mehter Amca'nın cenazesinde ancak filmlerde görebileceğimiz bir sahneye şahit olduk. Uzaktan bir akrabamız olan Mehter Amca'nın cenazesinde tesadüfen bulunmama rağmen aniden unutulmaz bir gün yaşayıverdim. Hayat... Cenazede aşık oldum. Elbette canlı birine... Ne diyorum ben? Duyarsız gibi görünen lâflarım için bağışlayın. Yıllardır 19 yaşındayım, halâ dişlerimde tel takılı ve ölümün soğuk yüzünün etkisindeyim. 
Sabahın erken saatlerinde üzgün ve yaşlı bir kalabalık mezarlıkta belirdi. Hızlıca karalanmış bir çizim gibi belirsiz, buğulu ve grilerdi. Mehter Amca' yı toprağa verip dualar ettiler. 
Ardından o bilindik soru geldi; her şeyin bittiğini hatırlatan ve geçmişi temize çeken soru:
'Merhumu nasıl bilirdiniz?' ve tabii o bilindik cevap: 'İyi!'... Fakat cevabın arkasında duran buz gibi sessizlik 'Bir dakika, eklemek istediğim bir şey var!' diye yükselen bir sesle eriyiverdi. O ses... O yakışıklı, o uzun boylu, o ışık saçan ses... Bir delikanlının sesi... Mis gibi bir takım elbisenin içinde, hayattaki her şeyin üstesinden gelebilecek gibi duran bir delikanlı... Şaşkın ve şuursuz bakışların ortasında duran renkli bir abajur sanki! Herkesin ilgisini yakaladığı an başladı konuşmaya. 

- Hepimiz için zor bir gün, biliyorum... Fazla vaktinizi almadan değerli manevi babam Mehter Bey'e huzurlarınızda teşekkür etmek isterim..
Ay çok güzel konuşuyorsun, hiç susma prens...
Ben Nihat. Mehter Bey çocukluğumdan beri öz babamdan daha çok babalık etmiştir bana. Herkes O'nun  yalnız ve huysuz bir ihtiyar, sıkıcı bir matemetik öğretmeni olduğunu sansa da O, şefkâtli bir dahiydi. Matemetiğe hayatın içinden bakar ve yaşardı. Sayesinde en iyi okullarda okuyup, dünya çapında araştırmalara dâhil oldum. Hakkını ödeyemem. Sadece O'ndan aldığım bayrakla, birilerine yol göstermeyi sürdürmek gelir elimden.
Hemen aralarında konuşmaya başladı benim gıcık halalar. Susun! Aşkımı dinliyorum...
Mehter Amca evine benden başka misafir kabûl etmezdi. Kırmızılı, beyaz püsküllü evi ile yöresel bir noel baba gibiydi. Bu söylediğimi duysa hem kızar hem gülerdi. Kimseyle polemiğe girmeyen bir milliyetçiydi. 
Yaşlılığında tam bir beyefendi, gençken bıçkın delikanlı olan sıradan bir erkekti. Asuman Hanım, eşiniz de burada lütfen bağışlayınız ama Mehter Amca ömrü boyunca bir tek sizi sevdi...
Şok!Şok!Şok!... Aha! Asuman yenge ve eşi didişerek gitti... Konuş sevgilim, hayat ölümün ayak ucunda seninle güzelleşti.
Evinde tarih kokusu, lokum tadı, pudra şekeri, acı kahve ve gizli bir rakı rengi gezerdi. Bana çok şey öğretti... İçlerinde en önemlisi şu cümleydi: "İki nokta arasındaki en kısa mesafe 'doğru' dur."
Yani?
Doğru, iki insan, bir insan ve bir hayâl, bir kedi ve bir sokak... aklınıza gelebilecek her iki şey arasındaki en  kestirme yol yani...
Huzur içinde yatsın... Hocam çok ama çok kıymetliydi...
Ağlıyor!!! Canım sevgilim... A! Yaşasın! Herkes dağılıyor, baş başa kalacağız şimdi!... Ah!... Nihat... Yaşıyor olsaydım beni severdin değil mi?... Olsun, sayende öldükten sonra  da olsa âşık oldum rüyalarımın prensi... Mehter Amca' yı her ziyaretinde görürüm seni değil mi? Sık sık gel e mi? 

18 Aralık 2013 Çarşamba

ŞİMDİLİK



Uykulara kasırgalar, bisikletler, Balık Ayhan, Ciguli, leblebi tozu filan karışmaya başladıysa, filmlerdeki gibi bedeninden uzaklaşıp kendine bi oralardan bakma vakti gelmiş demektir. Gökyüzündeki yıldızlara hattâ sihirli değneklerin ucundan dökülen yıldızlara karışana kadar uzaklaşmak gerek hemen. Tabii bunu yapamadığım için taşındım. Evet, hedefe nazaran çok komik bir mesafe kat ettiğim kesin ama elden gelen bu işte. 
Ben Nida.Kendimi tek tek uyandırdım; bütün hâllerimi, herkesin bildiği benleri, henüz görmediğim yüzlerimi bile... uyandırdım. Günaydın. Çok eski bir binaya taşındım. Eşyanın hafızasına inanırım ve güvenirim hattâ! Meselâ büyükbüyükannenizden kalan bir saat takıyorsanız, yaşını başını almış-görmüş geçirmiş bu saate hürmette kusur eder misiniz? Ben etmem. Kötü anılara ev sahipliği yapmış bir kanepede uyumak istemem. Kırk senedir dünyanın sırrını saklamış perdeleri güneşle arama sokmam; ışıklar yorularak geçer o tüllerden bence... Eh, eşyayla ilişkim böyle olunca taşındığım evin anıları da çok önemli olur benim için tabii...

Üst komşum sessiz sakin ve düşünceli bi teyze. Kendisi küçükken  evimizde birkaç kez gördüğüm bir aile dostu aynı zamanda. Annemler, teyzemler ve komşular arasında sezgileri ve bilgeliği ile kendinden çok bahsettiren, çocukluğumun yazlarından birine yeşilli morlu elbisesiyle damgasını vuran bir dilber. Emel Teyze' nin gençliğinde çok güzel olduğunu şimdiki yüzünden bile görebilirsiniz: Dikkatli bakıp ıstırapları, neşe yorgunluklarını ve yüzünden geçen adamları ayıklarsanız küçücük pembe dudakları çıkıverir ortaya. 
Burnuyla dudağı arasında, gençliğine giden uzun yıllar kadar bir mesafe var... Evi hep ıhlamur kokar, penceresinin önünde çift çift kumrular uçar... 
Taşındığımdan beri ağzından çıkan tek cümle: 'İyi ki sesler var...' Sadece dinleyerek her şeyi anlar, herkesi... Annemi, Semiha Teyze'nin oğlu deli Ali'yi, cezveyi, camı, çerçeveyi ve beni... Anlar...  
Kurşun kalemle birkaç kelime yazınca, kurşun kalemle yazmayı ne çok özlediğini anlarsın ya... Saçların örgülü gibi, boynunda dantel yaka takılı gibi, cebindeki kibrit  kutusunda birkaç karınca varmış gibi, az önce ip atlamışsın gibi... Özlediğini hatırladığın çocukluğu kucağında bulursun ya birden; işte beni görünce öyle sevinç gibi ağlamaklı gibi bişey hissediyormuş Emel Teyze... Ne güzel!
Bu kadın dinlemek için, izlemek için, güllü bardakta bi çayını içmek için ve şimdi taşındığım evin geçmişini sormak için harika biri değil mi?! 
Sordum. 
'Böyle şeylerle yorma kendini, şimdiki zamanı temizle ve önüne bak jelibonum.' dedi.
Utandım tabii, biraz da bozuldum ama yine bilgece tavrıyla listelerimde zirve yaptı Emelciğim.
(Çıkarken bilerek fulârımı unuttum vestiyerde. Akşam gelip bi aşûresini de yerim. Şaka şaka, kesin gönderir Emel Teyzeciğim bana, dilsiz uşağıyla...)

11 Aralık 2013 Çarşamba

GUERNICA



Yeterince uzaktan bakıldığında Guernica' dan ayırt edemeyeceğimiz  İstiklâl Caddesi'nden geçtiğimiz bir gün, kaçınılmaz bi şekilde kalbimizde bir savaş kırıntısı kalır...
Gözlerimiz, manâ toplayan ve saçan yıldızlardır çünkü... Kimse boşuna 'gözler kalbin aynasıdır' dememiş. Bu ayna sadece kendi ruhumuzun mu tercümanı oluyor? Gözlerimiz başka ruhların hikâyesini okumamız için bize verilmiş birer hediye: Hepimiz birer görgü tanığıyız. Gidip kurcalasak bi fotografçının arşivini, kaç kişinin hayatına gizli bi delikten bakmış gibi oluruz kim bilir... Kaç gülümseyişin, kaç sırrın şahidi oluveririz... 

Aynı kareye sığmış 5-6 kişilik bir aile meselâ; biri sakladığı sırla şişmiş, biri aklını çoktan uzaklara salmış; birinin yüzünde bırakılmış keder çizgileri; biri orada olduğu için çok neşeli; biri tutmuş ninesinin elini... 
Mecburiyetten ve aciliyetten çekilmiş bi vesikalık fotograf ya da... Zorla güzelleştirimeye çalışılmış yorgun saçlar, oyuncak olmayan bir kadında asla göremeyeceğimiz kusursuz bi burun ve telâşlı gözler...
Bir çocuğun sevinçten çıldırdığı bir doğum günü fotografına ne dersiniz? 'Bu fotografta beni bul' diyen bi gözyaşının sesi düşer gözlerinize: Herkesin güldüğü 23 kişilik bir karede, sabaha kadar ağladığı belli olan bir anne... Ya... 
İnsanın aşka inancını çoğaltan bi pinkik fotografı da olabilir; kız tam düşerken can havliyle fırlayan sevgilisi, adamın çıplak ayaklarının altındaki şişe ve etraftaki tatlı neşe...
Dili olsa konuşacak bir koltuğun yanlışlıkla çekilmiş bir fotografı... 
Püsküllerinde yılları saklayan bir perdenin önünde gülümsemiş bir çitf; el ele: İçlerinden biri birlikte geçirdikleri son gün olduğunu bilmeden hem de. 
Çenesinde mavi bir şeker parçasıyla baba kucağında duran bir kız çocuğu ve fotografın derin köşesinden koşan güleç bir dayı...
Tüm hikaye fotograftaki gizlerde...
Parmak ucuna değen bir 'çıt' sesiyle yakalanan her bir an; ilmiklerinde ömürleri saklayan bir saç örgüsü gibi... İyi bak yeter... 




4 Aralık 2013 Çarşamba

BALIKLAR ÂLEMİNDEN MÜJDE (!)

Büyük mü büyük bir okyanusta, türlü türlü, rengârenk balıklar yaşarmış... Çok şanslılarmış: Okyanusun derinliklerinde, yeryüzünde asla rastlayamayacağımız renklerde bitkilerden olma merdivenleri, duvarları ipek gibi mağaraları, ışıl ışıl kayalıklardan evleri, ruhları yıkayan kumlardan sokakları ve elbette neşe dolu hava kabarcıklarından balonları varmış... 
Birbirine hiç benzemeyen milyarlarca balık birarada mutlu mesut yaşarken, insan eli değmiş sulardan kaçan arazlar okyanuslara da akmış... İnanır mısınız, insan suyu, cennetin odalarından biri olan bu eşsiz dünyaya bile korku kırıntıları ve sıkıcı mı sıkıcı tabular salmış... Ya...  Zamanla biz insanlarda olduğu gibi onların da arasında fikir ayrılıkları, jenerasyon çatışmaları, klişeler, hiyerarşiler ve vahşet çoğalmış. İnsan suyundan geçen onlarca çirkin insan huyundan biri, şu sıralar ortalığı birbirine katmış: Yaşlı balıkların toplandığı bir deniz mağarasında, büyükler konuşur, küçükler aval aval bakarmış. Büyükler, 'kaçan balık kovalanır' tabusunu gençlere anlatır, modası geçmiş hava kabarcıklarıyla beyin yıkarlarmış. Onların suçu değil tabii; sonuçta bu klişe asırlardır dilden dile, gönülden gönüle dolaşan beylik bir lâfmış... 
Tam da o günlerde gönlünü miniminnacık bir kadına kaptıran delikanlı bir balığın, işveli canânının gönlünü kapmasına ramak kalmış. Yeşilli morlu delikanlı balıkla, mavili pembeli işveli miniminnacık kadın birbirine pek yakışmaktaymış. Eh, delikanlı, kadının aşkını yakalar gibi olunca heyecanlanmış ve biraz şımarmış. Büyüklerin de buyurduğu gibi kaçıp kovalanmak için yola koyulmuş. Arkasına baka baka kaçmış. Gelen olmamış... Mercanların, gümüşlü sarılı balık sürülerinin içinden geçmiş... Hem havalı, hem endişeliymiş... 
Yavaşça gözden ve gönülden kaybolmuş. Büyük balıkların şehirlerinden, bitkilerinden canını kurtarmış ve yeşilli grîli sulara düşüvermiş. Burası da nereymiş? Biraz dinleneyim derken kendini kaçan balıkların biriktiği bir sosyâl âlemde bulmuş. Renkleri bulanık, akşamdan kalma, pulları izmarit gibi yerlere saçılmış balık yığını dans etmekteymiş. Profil fotografları, 'bi kahve içelim' , 'selâm naber' lâfları, ortalıkta kokular yayarak uçuşmaktaymış. Suyu bulanık bu mağarada gülen yüzler, boşalmış gözler, 'carpe diem'ler ve acıklı hafıza kırıntıları varmış. Bizim delikanlı ağlamaya başlamış. Kendini henüz kaybetmemiş geçkin bir abla balık yanına yanaşmış. "Hoşgeldin delikanlı, sakın bana 'kaçan balık kovalanır' yalanına inanıp buraya düştüğünü söyleme..." Alı al moru mor geçkin kadın kabarcıklı bir kahkaha patlatmış çünkü bizim delikanlının solungaçlarındaki acıklı hâl, yaptığı hatayı anlatmaktaymış. Kadın devam etmiş. "Geç olmadan geldiğin yere dön ve onlara gerçeği anlat aşkım. " Delikanlının kulağına birşeyler fısıldamış. Gözleri yuvalarından oynayan delikanlı var gücüyle yüzmeye başlamış: Tabuları, yalanları aşmış; dedikoduların arasına dalmış; boş lâfları geride bırakmış; aydınlanmış... Çok ama çok telâşlıymış; biraz sakinleşmek için gökkuşağını kıskanıracak renklerde bir kayalığa yaslanmış. Kayalık aniden kıpırdamış; bu şey, ömründe ilk kez gördüğü bir deniz canlısıymış, mahcup vaziyette uzaklaşmış... Nihayet bıraktığı şehre, bilgelik taslayan büyüklerin kıraathanesine ulaşmış. Cesurca bağırmış; herkes O'na bakmış. 
"Beni dinleyin ağalar, efendiler! (Bu komik hitap şekline kendi bile şaşırmış.) Girdaptan size haber getirdim. Kaçan balık artık kovalanmıyormuş. Bu külliyen yalanmış, yalan!  Kaçan kaçtığıyla kalırmış. Kaçışlarla sınanan sevgiler sınıfta kalırmış. 'Kaçana saygı, kalana sevgi.' diye bi slogan bulmuşlar. Kaçış, bilgece nedenlerle değil de, bilgelik kisvesi altında  kovalanmak için yapıldığında gülünç bi eylemmiş. Çok gülüyor ve basitlik yüzünden bırakılmanın üzüntüsünü gerçeklikle siliyorlarmış. Ya... '
Hepsi değil ama işte, anlayan anlamış. Delikanlı balığımız can havliyle miniminnacık kadınına doğru koşmaya başlamış. Her yerde aradıysa da anlamış; kadını çoktan elden kaçırmış... Olsun, çok ama çok önemli bi hayat dersi almış... Bu arada neyse ki 'balık hafızası' denilen şey de basbayağı dede yalanıymış.