26 Haziran 2013 Çarşamba

YAZ KIZIM, GERÇEK...




Gerçek, 14 yaşında bir kızdı. 4 yeşil şapkalı amca tarafından kaçırıldı, defalarca tecavüze uğradı. Tecavüzcüleri bağışlandı.
Gerçek, apaçık ortada duran şeffaflığına rağmen bulandırıldı. Bir sabah, İstanbul' un ortasında bir ağacın altında uyandı. Etrafında çiçekler, mantardan kırmızı evler, elden ele çilek reçeli taşıyan mavi renkli güzel insanlar vardı. Bu şirin insanlar kutsal bir amaç için toplanmıştı. Burası iyilik ve kardeşlik dolu bir kasabaydı... Giderek büyüyen, dünyanın her yerine pasta kokuları ile yayılan bir sevgi kasabası. Zeki şirin, mizahçı şirin, yazan şirin, çizen şirin, dans eden şirin, özgürlükçü şirin, eşcinsel şirin,kitapkurdu şirin, kürt şirin,işçi şirin, alevî şirin, başörtülü şirin, tiyatrocu şirin, ev hanımı şirin, liseli şirin, ermenî şirin, müslüman şirin, sosyal medyacı şirin, aşçı şirin, müzisyen şirin... ve daha birsürü şirin insan bir tek dilek için bir aradaydı... Hep beraber dünyanın keyfini yerine getirecek bir pasta yapacaklardı.Öfkeli, becerikli, barışçıl ve dayanıklılardı. Aralarında küsler, kavgalılar, birbirini hiç tanımayanlar da vardı; bir kaç dakika içinde geçmişte yaşananlar unutulup keke karıştı. Bu kekin içinde ilk kez yan yana gelen tatlar, birlikte şahane olduğu yeni keşfedilen meyveler olacaktı; bu pasta dünyayı kurtaracaktı! Adı da 'Özgürlük pastası' olacaktı... (Bu 5 yaşında bir çocuğun bulduğu bir isimdi, nasıl ama?)
Bir sabah herkes ümitli uykusundayken Gargamel adında kötü kalpli bir cadı, adamlarını gönderip kasabayı yakıp yıktı. Gargamel' in leş kokulu büyüsünde çürüyen, yalaka, işe yaramaz bir 'haberci çirkin' ordusu da televizyonlara çıkıp Gerçek' in belini kırdı.Gerçek' in canını kurtarmak için didinen şirin habercileri ise ya uykularında yakarak, ya arabalarında patlatarak, ya meydanlarda sallandırarak, ya ellerini-kollarını bağlayarak görünmezleştirdiler. Gerçek yılmadı. Çoğaldı; kulaktan kulağa, ruhtan ruha fısıldandı. Suların içinden akıp herkese ulaştı; heryere ve herkese duyurabilmek için sesini, balıklarla mı yolculuk yapmadı; kuşlarla mı uçmadı; yağmurla mı yağmadı... Bıkmadı. 
Gerçek, bir ağacın yaşam hakkını savunurken kafasından vuruldu, canı kaldırımda kaldı.Katili serbest bırakıldı.Anası milyonlarca gözle ağladı.Gerçek yılmadı.Genç şirinler, gencecik şirinler akıllarını Gerçek'le yıkadı; hepsi yeniden sokaktaydı...
Gerçek, genç ve sabırlıydı.Kalemini, bebeğini, gitarını, çiçeğini eline aldı. Sevinçle ve inançla yaşamın içine daha da çok karıştı. Gargamel' in adamları Gerçek' in peşini bırakmadı; giderek hırçınlaşıp daha büyük silahlarla savaş açtı. Gerçek beşiğinde uyuyan bir bebekken, solunum cihazına bağlı bir yaşlıyken, özgürlük için gözleri dolan bir anneyken, gökyüzündeki bir kuş sürüsüyken ve hatta dünyadan bihaber bir ceninken sürekli Gargamel' in adamları tarafından saldırıya uğradı. Gerçek saptırıldı, yolundan çıkarıldı, sokağın ortasında acı bir gürültüyle kırıldı. Delirmiş bir cadının ağzından çıkan kelimeler kendinden utandı.
Gerçek' in kanı, kötü adamların ellerinde kaldı: Çoluğun çocuğun gözleri önünde, üzerine çöküp elleriyle parçalayarak yediler Gerçek' i... Canı acıdı, ama çıkmadı! 
Gerçek 'çıt' diye kapanan kapının arkasında tek başına kaldı. Herşeyi sadece 'oluşuyla' söyleyen Gerçek, bir kargaşanın ortasında bırakıldı.  Kuvvetini topladı. Yorgun, kırgın, capcanlı ama soğuk bir odaydı... Kendi yolunu bulacak yaştaydı.(İnce bir gözyaşı damlası)
Gargamel zaten ezelden beri cadıydı fakat şimdi aynı zamanda kızgın ve hastaydı. Etrafına öfke saçmaktaydı. Yaptığı şeytani büyü ile, kafası karışık insancıkları kudurtarak şirin insanları katletmeye kararlıydı. Yolunu kaybetmiş kim varsa yollara pasta kırıntıları koyarak meydanlarda topladı, herbir kelimesi ile insancıkların içindeki şeytanı uyandırma büyüsünü tamamladı; her biri artık tehlikeli birer canavardı; hepsini sokaklara saldı. Gerçek kaçmadı, saklanmadı. En çıplak ve masum haliyle ayağa kalktı; tüm gezegenlerden görünecek kadar acımıştı canı; hiçbir şey durduramazdı arık renkli isyanını! Birkaç göze girme meraklısı yalakanın ağzından çıkan yalanı yok etmekte ne vardı; Gerçek kaçın kurasıydı...(Gülüşmeler ve şarkılar)
Gerçek, çok para eden bir topraktı; yabancılara satıldı; ele güne karşı, kötü yola düşürülmek için anasının kucağından alındı. Utanıp sıkılmadı. Şarkıların, şiirlerin, karikatürlerin, resimlerin içinden patlayarak yine hayata karıştı, yine hayata karıştı, yine hayata karıştı.Gerçek ne kadar inkar edilirse edilsin, silinip gidemeyek kadar sağlamdı.
Nereden çıkarsa ezilen başı, her seferinde daha da akıllı, daha güleryüzle başka bir yerden çıktı. 
Vücuttan vücuda, sesten sese, daldan dala, uğurböceğinden vazoya sürekli beden değiştirdi.Vazgeçmedi. Gerçek hiç bir etkiyle  doğada kaybolmayan yegane varlıktı... Varsın uğraşsınlardı; Gargamel kim ki, şimdiye kadar Gerçek kimleri kimleri geride bırakmıştı...



19 Haziran 2013 Çarşamba

UYUMA, BÜYÜ



Uyku, herkesi olduğu gibi bırakıp sokağa kaçtı...
Vapura binip karşıya geçmek istedi; denizin ortasında yolu kesildi, yine de bir taka ile yolculuğuna devam etti.  Sahilden yürüyüp Fındıklı'ya saptı... Kaçan başka uykularla Kazancı Yokuşu' nda tanıştı.Yürüdü.
Şehirdeki uyku kaçağı bütün gözleri,sözleri yaktı... Çünkü canlar, evler, dallar,tavşanlar ve çocukların içi yanmaktaydı...
Yürürken kırık kafaların, travmalı kalplerin, yaşaran gözlerin, ıslak adımların arasında kaldı...
Aynı kıyafeti giymiş çok sayıda adamın etrafı yakıp yıktığını gördü.
Uykusuz evlerin içinden çıkan ümit şıngırtılarını duydu.
Bir kızın kafasından kopup uçuşan saçlara dokundu.
Havada adice yayılan kibir kokusuna boğuldu.
Damağına gencecik ve haksız ölümlerin tadı yapıştı.
Uyku, bir köşeye çekilip ağlayarak kustu. O sırada kafası olmayan bir adam kolundan tuttu. Uyku çok korktu; kafasının olması gereken yerde koca bir taş vardı adamın. İlk kez taş kafalı bir adam görüyordu. Düşünmeden edemedi: 'acaba O da uyuyor muydu? Onun da uykusu kaçıp saklanıyor muydu? Bu adam  birilerini öpüyor, birilerine gülümsüyor muydu? Bu adam da eskiden çocuk muydu? '
Taş kafalı adam O' nu sürükleyerek iyice dövdü. Gözlerini kurtarıcı ablalarının kollarında açtı; ağabeyler ve ablalar bütün imkansızlıklarını hayat kurtarmak için seferber eden doktorlardı. Taş kafalı adam yine gelip ağabeyler ve ablaları da götürdü; 'doktorları, anneleri, avukatları, yaralıları, civcivleri ve zürafaları bir meydanda toplayıp gizlice yakacaklar!' diye korkunç cümleler uçuşmaktaydı.
Uyku , bebeklerin rüyasından parmak ucunda yürüyerek uzaklaştı... Aman, onlara birşey olmasındı; onlar güzel uyusun ve büyüsün diye sayısız kedinin canı kaldırımda kalmıştı... Yavaşça uzaklaşıp koşmaya başladı.
Bir ara sokakta su püskürten, metal ve kötü kalpli bir fille karşılaştı; milyonlarca yıllık ömründe ilk kez, Uyku sudan dayak yedi. Tam kendine gelmişti ki, kalbinin içinde incecik bir eksiklik hissetti.
Bir daha kimsenin olamayacağı gibi, Uyku da eskisi gibi olmayacaktı; belli... Avuçlarında çiçekli rüyaların yanı sıra,  kanlı kabus kırıntıları birikmişti. Çok ama çok bitkin ve bir o kadar ümitliydi.
Nihayet parka vardı. Burada hayat masalsı, inançlı ve inatçıydı. Biraz ağaçlara tırmandı, biraz şarkı çaldı, ah! bu birliktelik biraz da acıklıydı. Toprağın üstünde birbirinden farklı türde canlıların adımları, böcekler, ümitler ve yerinden sökülmüş insan gözleri vardı. Ara sıra görünmeyen bir yerden gelen bozuk bir sesin anlamsız kelimeleri, neredeyse delirmelere neden olacaktı; neyse ki olamadı. Islak ve acı çamurların ortasında herkes toplandı; dilini bilmediğimiz bir ağabey şehrin ve korkuların ortasında saatlerce piyano çaldı. Tanrım; yoksa bu bir rüya mıydı? Evden kaçan Uyku, bir yerlerde dalıp kalmış mıydı? Hayır ne rüyası' Herşeyden daha gerçek bir an olduğunu hatırlatırcasına, yağmur yağdı. Havada notalar, yağmur damlaları ve adalet duygusu birbirine karıştı...
Anlaşıldı; uyku bu gece yatakta değil, çadırda kalacaktı... Sabaha karşı, bir barış şarkısının ipinden tutup Ankara' ya vardı. Dünyanın öbür ucundaki atlar aniden huysuzlanıp saldırganlaştı. Dünyadaki her masumun aklı da uykusu da Ethem' in cenazesinde ağlamaktaydı. Uyku, bu cenazeyle kendinden bir parçayla da vedalaştı. Durdu.
Öylece,
susarak,
en büyük çığlığı atarak,
kıpırdamadan,
nefesini ve geleceğin elini tutarak...
durdu.
'Duran adam' diye kahramanlaşarak durdu.
Yorgundu. Bir kelebeğe kondu; kelebek şimdi can suyuydu... Rüyaları ve kabusları kelebek kadar tozluydu...
Yolunu buldu. Köprüyü yürüyerek ve iyilikler dileyerek geçti.
Döndüğünde evde kırgın bi kadın buldu. Uyku kaçınca küçülmeye başlayan kadın, Uyku' yu kolundan tuttu; biraz olsun uyudu. Kimbilir yarın olacaklar hangi delinin oyunuydu...

(Uyku, yorganın içine kendi boyunda bi yastık koyup, rüyaların birinden 'ödünç aldığı' bir kazmayla kuyu kazıp kaçıyor; geceliğiyle ağaçların arasına koşuyor. Halâ... )







12 Haziran 2013 Çarşamba

BÜYÜRKEN

Önce bi' yaprağın damarı kanadı;
sonra ağacın kökü çatırdadı;
uzakta bir kadın sokağa bakakaldı;
hayat, bir ağacın ahını aldı...
Canı acıyan dallar,
çocukların,
adamların,
kadınların,
arıların,
sabaha karşıların
ve karıncaların ruhunda isyan başlattı... Herkes bir ağaca sarıldı; kimse bağışlanmadı. Çünkü bir ağacın gönlünü almak; bir ananın, bir sevdanın, bir hünkârın, bir masalın, vazgeçilmiş bir sabahın gönlünü almaktan kat be kat daha imkânsızdı.
İsyan şarkılandı, renklendi, meyvelendi ve çoğaldı; küçük kalplerin küçük sızıları; ağacın çığlıklarının yanında bir hiç gibi kaldı... Uyku, sokağa kaçtı...Ölü bir ağacın dalından dilekler sallandı... Eşya bile dayanamadı masumiyetin kimsesiz bırakılışına; ayaklandı; tıngırdadı; çağırdı; gururlandı...
Zaman hepimizin üzerinden geçip hepimizi yok saydı; yeni bir varoluşun filizleri, binalardan taştı... 
Çirkin, yalancı bir kral,  sadece kendini görebilen leş gözleriyle isyana baktı: bakışı bile soluk kesen bir koku yaydı. 
Kralın cansız adamları sokaklara fırladı; kim bilir Kral kimin cansız adamıydı... 
Adamlar filizleri yemeye, öğütmeye, bütün deliklerinden içlerine almaya, sonsuz açlıklarına anlık yemlemeler yapmaya başladı. Olay sandığımızdan da büyük, sanamayacağımız kadar saçma, zincirleme bir eziyetin sancısıydı...
Kral, ölmüş erkekliğinin, bitmeyen yenilgilerinin, ezikliğinin hıncını alırcasına zehir kustu sokaklara... Kendini ruhunun küçük odalarından başlayarak, krallığa yayılarak, olanca çamuruyla bıraktı. Sanki yeryüzünde kendinden başka kimse kalmamıştı; bencillik aklını ve kalbini esir almıştı. Lağımdan farksız rengiyle; bir araya gelmiş güzelliklerin üstüne aktı... Büyüklü küçüklü kayıplar yaşandı. Küçük bir dal kırıldı; o küçük dalın altında kediler, sevgililer, anneler, kelebekler, doğmamış bebekler, geceler, kardeşler ve erkekler kaldı... O dal parçasının canı; işte bütün bunlar kadar ağırdı. Canlar, camlar gibi kırılıp yanarak dağıldı...
Neyse ki hayat artık başka bir renkti;
filizler söküldükleri yerden 1000 filizlenen köktendi;
kralın zehri birleştirici bir şerbetti;
çoğalan isimler birer çiçekti;
şimdi herkes yeni biriydi;
bu kırgınlık her bir kalbin içinden geçip nesillerce tazelenecekti;
ve en önemlisi hiç birşey bitmemişti...



5 Haziran 2013 Çarşamba

ÇAPULCU CANGAMA


















KAPI

Ağacın yanından geçiyorum 

Ağaç yerli yerinde 
Dönüp bakıversem birdenbire? 

Soğuk taşlara basıyorum 

Bütün ısınıyor tenim 
Bu yangın bu kıyamet ne? 

Güneşi yanıma alıyorum 

Açıyorum önüme denizi 
Ağaç taş güneş deniz 
Aç biilâç hepsi. 

Ben de sizdenim ben de 

Yerli yerimdeyim ben de ağaç gibi 
Taş gibi soğuk 
Güneş gibi sıcak 
Rahat mı rahat deniz gibi. 

Bir gün dedim ki kendi kendime 
Gözlerim de varmış demek 
Ellerim ayaklarım gibi. 
Bunu aklımla buldum. 
Önce ellerim ayaklarım akıllandı 
Sonra ellendi ayaklandı aklım 
Artık işbölümü hak getire. 

Ben yıktım bu kapıyı ben 

Deliler gibi hayvanlar gibi 
Karşıma çıktı ansızın 
O mutlu güvenli doğal 
O yalansız duru ilk 
Yitik evren. 


Melih Cevdet Anday