1 Ekim 2014 Çarşamba

TAZELENEREK...


Sevgili okur, Cangama'yı özledin mi? Ben çok özledim...
Kafa tatili de bitti, yaz da... Şimdi ise yeni, yepyeni bir şey başlıyor... Benim için 'yenilenme' çanları çalıyor... Cangama 'yazmak'la ilgili hayırlı bir vesile için bir süre daha dinlenecek... Sonra mı? Sonra Cangama senin için nefis bir hediyeyle dönecek...
Sevgimle... 



11 Haziran 2014 Çarşamba

FİLM ARASI

Cangama minik bi kafa tatilinde;
sanmayın ki sürer günlerce;
çok yakında döneceğim mis gibi bi hikâyeyle; 
his, fikir ve tilki fırtınası nedeniyle;
küçücük bi temize çekme hâli sadece... 
Sevgimle! 
(A! sakızdan çıkan cep tipi şiirlerden yazdım aniden size)

28 Mayıs 2014 Çarşamba

YABANCILAR VE OTLAR



Güneş doğarken uyuyorsanız ya geceyle güzel bi dostluğunuz vardır ya da kafanıza bulaşan bi korku yüzünden geceyi karşınıza almışsınızdır... Sizi ve sizin aracılığınızla yakın çevrenizi böyle bulanıklaştıran şey ne?  
Yabancılara güvenir misiniz? Tanımadığınız insanlara? Çok yakınınızda olup tanıdığınızı sandıklarınıza? ...
Bu devirde çocuksanız bile gözünüzün önünden geçen onca şeye rağmen kendi bildiğinizden başka biçimde yaşayan birilerine yabancı mı hissediyorsunuz? Yeterince tanımadığınız insanlarla ilgili tanımlamalar ve yargılar mı üretiyorsunuz? 
Bu son iki soruya cevabınız 'evet'se bir dakikanızı rica ediyorum:
Herkesin dünyanın kendinden ibaret olduğunu sandığı dönemler vardır; bu dönemin bilimsel adı depresyon ya da daha spesifik tespitlerdir. Fakat yaşamınızın genelinde herşeyin sizinle ilgili, size karşı, sizin için, sizin yüzünüzden ve sizden ibaret olduğunu sanıyorsanız ya etrafınızda bunun bir hastalık olduğunu size söylecek kimseniz olmadığı ya da size bunu açıklamaktan bıkan yakınlarınız tarafından yalnız bırakıldığınız içindir... Akıl erdiremediğiniz, size ters gelen, ilk kez karşılaştığınız, yabancı bulduğunuz durumlar karşısında yargılayıcı bir tavır sergilemeyi seçerek çok şeyden mahrum kalıyorsunuz. Beni anlıyor musunuz? Bu yazıyı okurken kendinizi yargılanmış hissediyor musunuz? Cevabınız 'evet'se güzel bir nefes alınız çünkü bu yazı karşınıza çıkabilecek en değerli iyiliklerden biri.
Milyarlarca koldan akan hayatın içinde en basitinden en iddialısına kadar çok şeyi üzerinize alınmanız sizin için de, bunun tam tersini size açıklamaya çabalayan yakınlarınız için de çok yorucu... Lütfen rahatlayın, fikirlerinizi özgür bırakın ve aklımızın almayacağı kadar çok 'neden' olduğunu kabul edin...
Halâ kendinizi kötü hissediyorsanız bilin ki siz bir otsunuz. Bu durumda sizin dışınızdaki herkes, hepimiz de bok oluyoruz tabii... 


21 Mayıs 2014 Çarşamba

SEVGİLİ UĞURBÖCEKLERİ



Küçük bir şehirde, dilediği zaman görünmez olabilen bir ormancık varmış... Bu ormancıkta milyarlarca uğurböceği yaşarmış. Her yaz bir haftalığına kendisini görünür kılan ormancık, insanoğluna uğurböceklerinden olma kocaman bir armağan sunarmış... İnsanlar ormancığa gelip dilekler tutar, uğurböceklerinin minik benekleriyle göz göze gelip umutlarla dolarmış...
Bir sene insanların son zamanlarda ümidini yitirdiğini, canının yandığını, karanlıklarda sıkışıp kaldığını gören ormancık tatlı bir sürpriz yaparak hayata neşe katmak istemiş. Ah sevgili ormancık ne iyi kalpliymiş. Beklenmedik bir zamanda görünüveren ormancığa üşüşen insanoğlu, acıyla biriktirdiği karanlıkların da etkisiyle ormancığa aniden saldırmış; yakıp yıkmış; evet... Ormancık insanoğuluna ümidi kaybettiren kötücüllüğü yine insanoğlunun doğurduğunu hiç mi hiç düşünmemiş... Ormancık yanmış ve tabii milyarlarca uğurböceği de... Uzaklara kaçıp canını kurtarmak isteyen uğurböcekleri yanarak şehre kadar gelmiş. Minicik siyah lekeler olmuş dilekler kaldırımlarda. Yerlerden süpürmüş insanoğlu yanık hayâlleri... 
Sedeften bir ay tepelerinde gezmiş... 
Kendini ve karşısındakileri inkâr etmeden susmuş herkes; insanlar, böcekler ve üzgün palmiyeler... 
Ayın önünden 4 adam kayıkla geçmiş... 
Milyarlarca çocuğun parmaklarının ucuna değip değip yükselen, yeniden dünyanın başka bir yerine yumuşacık düşüşler yapan güler yüzlü bir dolunay yeni ümitler getirmiş... Çünkü insanoğlu, evrenin iyilikle iflâh etmeye çabaladığı işe yaramaz bir veletmiş ve eline yeniden şans geçmiş:
Çocukken bindiği bir tirenin penceresinden şapkası uçan kızı düşünen bir dede oturduğu yerde gülümsemiş... 11 yaşında bi gülüşle...
Birbirinin cümlesini tamamlayan arkadaşlar şakalaşmış...
Bir adam kadınını aklından geçirdiği an kadın adama sesini göndermiş...
Küçük bi çocuk şarkı söylerek köşeye geçmiş...
Çilekler pembeleşmiş ve en önemlisi bir uğurböceği ailesi üzülerek de olsa insanoğlunu affetmiş...
Hayatlara incecik bir ümit serpilmiş...


14 Mayıs 2014 Çarşamba

Yine mi yas... ... ...




Bugün Soma'da yaşanmakta olan akıl almaz, korkunç acı nedeniyle 
tüm evlerde
tüm gözlerde, kalplerde
tüm emekçi ellerde
tüm ailelerde
tüm dillerde ve dinlerde
tüm köylerde, şehirlerde, ülkelerde
herşeyde, heryerde
tüm gezegenlerde yasımız var...
Cangama güç, sabır, akıl, fikir diler...
Ne çok acımız var... Ah!

10 Mayıs 2014 Cumartesi

ANNELER VE GÜNLER

Artık haberlerde sürekli kaybolan, tecavüze uğrayan, tecavüze uğrayıp-dövülen, tecavüze uğrayıp-dövülen ve öldürülen çocuklar görüyoruz...
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor... 
Çocuklarının gözleri önünde dayak yiyen, öldürülen anneler görüyoruz... 
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor...
Büyükbaşların küçük akılları yüzünden cephede, dağda, hapishanede yok olan çocuklar görüyoruz...
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor...

Maddi sıkışmalar yüzünden, görünmeyen açlıklar yüzünden birbirini kırıp geçiren aileler görüyoruz...
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor...
Kargaşa, kalabalık, telâş yüzünden biriken öfkeler annlerin üzerine patlıyor...
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor...
Dijital yaşam, toplumsal özgüvensizlik, gelecek kaygıları ve kendini keşfedememiş kuru insan kalabalığında ihmâl ediliyor anneler...
Azalıyoruz; ruhumuzun gücü ihtiyarlıyor...
Bugün anneler günü... Bütün bu acı içindeki anneler için ve annesi melek olmuş acı içindeki her yaştan çocuk için yıkıcı birgün bugün... Bugün Ali İsmail'in, Berkin'in, Ethem'in ve üzülerek yazıyorum ki ismi buraya ve dünyanın hiçbir duvarına sığmayacak ölü çocukların anneleri için
dayak 
gibi
bir
gün...
... 
Bugün anneler günü... Evet kapitalizmin bize para harcatmak için ilân ettiği günlerden biri...  
Fakat şu hayatta herhangi bir cümlede geçen 'anne' kelimesi akan suları, korkuları, sıkıcılıkları, karanlıkları küt diye durduruyor değil mi?...
Bence bugün, güne daha güzel bir anlam ve önem katmak için and içelim:
(benden sonra tekrar edin)
Annemi aramak ve görmek için mutlaka vakit ayıracağıma;
Antin kuntin öfke patlamalarımla annemi kırmayacağıma;
O'nu neşelendirmek için fırsat kollayacağıma;
Hayatını kolaylaştırıp güzelleştirmek için sevgiyle çabalayacağıma;
O'na ne kadar değerli olduğunu, sevildiğini ve şımartılmaya lâyık olduğunu hissettireceğime and içerim!
Çünkü anne demek mucize demektir... 
Tüm tatlı anneciklerin ve gelecekte anne olacak potansiyel annelerin gününü kutluyorum! 
Sevgiler... 


7 Mayıs 2014 Çarşamba

KAPI DİNLEMEK ÇOK AYIP Bİ'ŞEY


(Efendim beni hatırladınız mı? Hani bu sene Şubat'ın 26 sında şeytana uymuştum? Hm? Hani şeytana uyup komşunun kapısının önünde içeride olanlara 'kulak misafiri' olmuştum? Bildiniz mi? ... 
Ben yine de bi hafızanızı tazeliyeyim:
Efendim ben deniz tarih öğretmeni Fikri'yim,
Neşeliyim ve kelim,
En çok kabak tatlısını severim,
Geçenlerde bir gün İrfan Hanım'ın kapısını dinledim,
O gün bugündür yeniden dinlemek için fırsat yaratmayı iş edindim.
İşte şimdi kapının tam önündeyim.!)

Lütfü         - Hala kediye 'buğday' diye isim mi konulur ya?!
İrfan Hanım- Sana ne çocuğum! Sen önce kendi adına bak; kola şişesini açınca çıkan ses gibi: 'Lütffffü'...
Lütfü          -  ...
İrfan Hanım- Kafasız büyük dayın koydu senin adını böbürlene böbürlene... 
Lütfü: Seviyorum ben adımı.
İrfan Hanım- Herşeye bozuluyorsun, hoşuma gidiyor. 
Lütfü- Buğday nedir ya? Şu güzelim tatlı kediciğe neşeli bir ad koysan ya. Evine şenlik olsun diye getirdim ben bunu. Şu güzelliğe bak. Cici kız!
İrfan Hanım- Tamam lan! 5 yaşında kıza döndün yavru kedi görünce. Bırak elinden şunu, bende kal, sana bir iyi bir de kötü haberim var. 
Lütfü         - Hayırdır?
İrfan Hanım- Hiç hayır değil benim şuursuz oğlum. Hiç! 
Lütfü          - Önce kötüyü söyle... 
İrfan Hanım- Her şeyin klişe biliyosun değil mi...
Lütfü         - Söylesene hala, meraktan çatlayayım mı? 
İrfan Hanım- Çatla lan...
Lütfü          - Öf! 
İrfan Hanım- Artık buğday iyice büyümüyormuş...
Lütfü          - Ne diyorsun yine hala ya?! Ben de birşey oldu sandım. Ne buğdayı, ne büyümemesi ya?!
İrfan Hanım- 'Ya'lı 'Be'li konuşma halayla! Koskoca akademisyen oldun halâ 12 kelime kullanıyorsun günde! Buğday, insan denen varlığa küsüyormuş, çıkmıyormuş artık. Bu ne demek biliyor musun?
Lütfü        - Ne bileyim?
İrfan Hala- İnsan soyunun topraktan beslenmeyi nasıl öğrendiğini biliyor musun? Tarımcılık ve bu sayede yerleşik hayat nasıl başladı?
Lütfü        - Bilmiyorum.
İrfan Hanım- Apple' ın yeni çıkan tabletini bilirsin ama değil mi koca eşek?!
Lütfü           -Niye geldim ki ben ?!
İrfan Hanım- Dinle. İnsanların da kuşlar, kaplanlar, ceylanlar vs gibi göçerek; yaşam koşulları sağlayan yerler bularak hayatta kaldığı eski mi eski bir dönemde, harika bir kadın toprağa buğday ekmeyi akıl ediyor. Akıl ediyor, deniyor, hissediyor bunu düşünsene! Aylarca süren sabrının sonunda minik bir filiz görüyor ve işte o an insanlığın tarihi değişiyor. Tarımcılık, yerleşik hayat, yeni beslenme ve yaşama biçimleri için ilk işaret bu buğday denen nîmet. 
Lütfü          - Çok havalı.
İrfan Hanım-  Mal. Bak buğday hikâyesine bakış açısına bak, ezik ruh... Neyse... Hayatımızı rakamlardan önce yaşanan yıllarda değiştiren 'buğday' giderek çirkinleşen insana küstü bence. O yüzden çıkmıyor artık... Biz hak ettik bu cezayı. 'Gelmem.' diyor adam.
Lütfü          - Adam kim?
İrfan Hanım- Adam derken, buğday işte...
'Gelmem.' diyor; 'medeniyetin ilk adımlarından birini attım siz insanlar için, siz bokunu çıkardınız, ne gelecem artık.' diyor bize kendi dilinde: Toprakça... Başını topraktan çıkarıp etrafa bakınan filizler böyle çirkin bir dünyaya karışmamak için küçülerek toprağa dönmeyi seçiyor. 
Lütfü          - Bu yüzden kedinin adını 'buğday' koymak istiyorsun yani.
İrfan Hanım- Her geçen gün daha da gerzekleşen oğlum benim. Kedi konusunu kapatalı yıllar oldu lan! Ben sana küresel bir yok oluşu anlatıyorum, sen kediden bahsediyorsun. Evet, bu yüzden 'buğday' koyuyorum adını, geç onu. Konuyu anladın mı  bakayım sen?
Lütfü         - İyi haber ne ?
İrfan Hanım- Yaprak sardım sana ...
Lütfü          - Üf! Şimdi çaldın kalbimi. Getir, getir, getir...
İrfan Hanım- Afiyet olsun kuzum. Terziye gidiyorum ben , çıkarken çek kapıyı çık...
Lütfü- Tamam. ...

(Kaç, kaç, kaç! Kapı dinlerken yakalansam ya şu yaşımda! Haahaaa! Aman, hiç sırası değil gülme krizinin. Yürü dalaksız Fikri... Hey Allahım!)

Lütfü -Hala! Ellerine sağlık yine harika olmuş, yine harika olmuş arkadaş yav!... Tarçını filân hep-
İrfan Hanım- Sus da ye artık. Sus da ye...

(Dinlediğime değmedi mi? Elinizi 
vicdanınıza koyun da siz söyleyin.)



30 Nisan 2014 Çarşamba

HALVET'İN GÖZLERİ



-Bir tek çekirdeğe bakarak, çekirdeğin mahsülünü, ayını, nereden , hangi şehirden çıktığını, mevsimini, piyasaya erken ya da geç düştüğünü bilen bi yaşlı kadın Halvet Hanım... Sen hiç gördün mü bilmem, koca burnuna,  yaşına rağmen alımlı bir hanımdır. 
Fıstık ağaçlarının altında koşturarak büyümüş. Neşeli, 'fıstık' kelimesinin kendisi gibi narin bir genç kızmış. Anlatmayı da pek sever, fotografları göstere göstere böyle... Bir erkek kardeşi var, Fahri. Güleç bir adam. 
Keçilerin ortasında dans eden çocuk bi çobanmış O da. Güzel, değişik bi hayat değil mi? Bir gün, işte bu Fahri 7-8 yaşlarındayken ağlayarak gelmiş 'götümü kaz ısırdı, götümü kaz ısırdı.' diye... Halvet bunu anlatmayı bir sever ki sorma. 'Götünü kaz ısırmak' ne ayol?! Kazın birsürü dişi olduğunu 31 yaşımda öğrendim ben, o da tesadüfen. 
Halvet anlattıkça özenirdim, ne güzel çocukluk geçirmiş diye... Ceviz ağaçlarının altında , bağda bahçede uyur, ne rüyalar görürlermiş ne rüyalar. Tabi... Ceviz yapraklarının tatlı zehri kafayı bulandırır, rüyaları akıllandırırmış... Bir de şeyi anlatırdı sürekli; hıh! Mezarlığın pembe ve beyaz çiçeklerini toplayıp araba yolunda satarlarmış küçük kızken. Ne tatlı değil mi? 
Kediyle kirpinin arkadaş olduğu ağaç gölgelerinde geçen harika bir çocukluk! Sonra okumaya gelmiş buraya, kalmış. 
29 yaşındaymış, bir adama aşık olmuş; pis niyetli adam kızcağızı  şaşırtmış... Hayâlini kırmış anlayacağın işte canım... Hâl böyle olunca başka bi 'kadınlık' gelmiş genç kız Halvet'e... Neyse, canı çok sıkılmış, bi müddet oralarda takılıp kalmış. Kırgınlıkta, yalanda, gerçekte, inançlarda falan...  İşte balkonda EsenGül dinlemeler, çay içmeler, permalı-kuş yuvalı- meçli saçlar, sigaralar derken birkaç yıl gözleri dalmış. Bu yıllarda kadın çekirdeğe dadanmış. ... A! A! Bildiğin dedikodu yaptım ayol! Allah affetsin... Sadece geçenlerde "Hediye'nin kızının düğününde gördüm Hâlvet Hanım'ı." deyip geçecektim... 
Kız, bana açık bi çay getir Özlem. Koskoca kadınım, ne diye gıkını çıkarmadan dinliyorsun hadsiz! İnsan bi uyarır, kaş göz eder, 'dedikodu' yapma der ayıp, ayıp! Kalk. Çay isteyeli yıl oldu.
-Tamam. 



23 Nisan 2014 Çarşamba

BÜTÜN KIZLAR ÇİÇEKTİR



Toprağın içine düştü bir tohum... Şeftali kokulu bir avuçla, karpuz renginde bir el birbirine sımsıkı tutunup cansuyunu bıraktı toprağa. Şeftali gibi yumuşak anne, karpuz gibi kuvvetli baba;
güneşinden çekilerek, 
gölgeleriyle koruyarak, 
sevgiyle sulayarak başını beklediler tohumun... 
Çay rengi bir bahar sabahı başını çıkardı topraktan çiçek; 
pembe ve gülümseyerek...
Renklenip kuvvetlenerek büyüdü. Tüm zaman dilimleri incelip karıştı toprağına; 
ara sıra yaprak dökerek,
kalbini kıran yağmuru severek,
yeniden tomurcuk vererek,
böceklerle arkadaşlık, karıncalarla komşuluk ederek, 
rüzgârla boynu bükülerek büyüdü:
İlk yağmurun adı Mehmet'se, başka bi yağmurun adı Burak;
komşu karıncanın adı Ayşe'yse ,
böcek arkadaşın adı Duygu,
toprağın adı evse; hayatının yağmurundan sonra doğan gökkuşağı tatlı bi bebek;
dolunay aşkların en güzeliyse  güneşin adı da gülümseme...

Neyse... 
Güzelleşerek, kuvvetlenerek ve kendinden başlayarak herşeyi severek büyüdü herkesin gözünün önünde... çiçek... 



16 Nisan 2014 Çarşamba

BUGÜN GÜNLERDEN SADECE SALI


7 yaşında bir oğlan çocuğuysanız babaannenizin çekmecesinde duran bir anahtar sizin için bitmeyen bir dondurma değerindedir... Patlamayan bir top, karanlık bir odaya giren gizli bir tünel, sadece sizin bildiğiniz hatta uydurduğunuz harika bi küfür, macera dolu bir yaz tatili neyse, sizin için çekmecede duran anahtar da O'dur ve tabii ki gizlice O'nu ele geçirmek de sabırla baş koyduğunuz yoldur...
Barış haftalarca süren çeşitli denemeler sonucunda anahtara bu sabah kavuştu! Heyecandan gelen çişini zar zor tuttu. Zîra bu kavuşma hiç de kolay yoldan olmamıştı. İlkin babaannesi kapıda komşuyla konuşurken çekmeceye ulaşmak için koyduğu taburenin ayağı kırıldı, sonra babaannesi sabah namazı kılarken sessizce salona girdi ve koltukta kıpırdayan bişey görür gibi olup korktu, sonra banaanesinin uyumasını beklediği bir gece eşikte uyuyakaldı, sonra ? Ne olmuştu ya?!... Kaç defa deneyip başarısız olduğunu kendi bile unuttu... 
Bu sabah nihayet uzun süre sonra ilk kez gelen halasının gevezeliği sayesinde, kalbinde çalan neşeli müzik eşliğinde, sapa sağlam bir taburenin ve onlarca balonun üstünde anahtara kavuştu. Fakat önemli bir ayrıntıyı unutmuştu: bu anahtar hangi kapıyı vuran kurşundu? Evet, kurşun. Beğenemediniz mi? Macera diyoruz, bişey diyoruz burda... Alla alllaa... Öyle kapı açıp girecek değil ya Barış içeriye; kurşunla, omuz atarak filân girecek. Derken mucizevî birşey oldu. Elinde sım sıkı tuttuğu anahtar ışıldadı ve Barış birşey fark etti: Babaannesi (hep babaanne dediği için kadının adını bilmiyor ve sormaya da çekiniyor kusura bakmayın), efendim banaannesi ne zaman diyeceği şeyi unutsa duvardaki balerin resmine bakıyor ve lâfını hatırlıyor... Hım! Bakalım o resimde neler oluyor? Barış anahtarıyla ve sadece kendine görünen atıyla resme doğru yaklaştı ve evet! İşte anahtar deliği! Şimdi sıra geceyi bekleyip içeri girmekte!...
Babaannesi uyuyana kadar 9 kez çiş yaptı Barış; 7 kez çişi geldi sandı, 18 kez ayağını yere vurdu, 21 saniye nefesini tuttu, buzdolabını 4 kez açıp kapadı, sadece kendine görünen 11 kızılderili arkadaşına bir takım gerçekleri açıkladı; işte bulutların aslında sütten yapıldığı, efendime söyleyim, kedilerin rüyalarda buluşup erkek çocuklar için haince planlar yaptığı gibi su götürmez gerçekleri... Derken sonunda babaannesi uykuya daldı. Anında sincaplar davul çalmaya, tekerlekler yuvarlanmaya ve en güzeli de evin içine yağmur yağmaya başladı. Atına atlayıp salonun öbür köşesine gitti Barış, kızılderili arkadaşlarını geride bıraktı. Çünkü o bir kahramandı ve dostlarını tehlikeye atamazdı. Anahtarı deliğe sokmadan başını çevirip sevdiği kıza baktı. Ne var? Evet, odanın içindeki balkonda fırfırlı elbisesi uçuşan kıvırcık saçlı bir kız vardı, Barış'a öpücük attı. Aşkın verdiği benzersiz cesaretle anahtarı deliğe sokup çevirdi Barış... Küçük bir hortum evin içinde gezinip pencerelerden birinden kaçtı. Resmin içindeki kapı açıldı...
Yavaşça,
odayı turuncuya ve pembeye boyayarak,
çanları çalarak,
sesleri yutarak açıldı... 
Tüm zamanlarda tüm şehirlerde aynı anda güneş batmış olmalı ki turuncuya boyandı heryer... Serin, tatlı ve uykulu bi turuncu...
Barış içeri girdi; gördüğü yer bir odadan çok sanki tanıdık bir şehirdi... Yo, hayır, daha çok birinin hafızasından silinmekte olan bir kasaba gibi ... Evet... Bir görünüp bir kaybolan duvarlar, değişen ve yok olan renkler, salıncak sesleri, açık kalmış kapılar ve yüzünü bir türlü göremediğiniz koşan bir çocuk. A! Barış 2 yaşındayken giden annesi ve babası! 'Hey! Anne?!... Baba!...' ... Bakmıyorlar. Barış'ın sesi ağzından çıktığı an küçük kuşlara dönüşüyor çünkü. Bir evde günlerden sadece Salı'ydı... Ne tuhaf bir yer! 
Pembe leylekler ve incecik bacaklı develer; zaman uyuyakaldığı için asırlardır parkta oynayan çocuklar, bulaşık yıkayan kadınlar (yazık, sonsuzluğa böyle yakalanmışlar), gözgöze gülümseyen aşıklar, çay karıştıran kaşıklar, durmadan çalan şarkılar, yuvarlanan mandalinalar ve uçan balonlar...
'Keşke fotograf makinası getirseydim, bunların hepsini gördüğümü beni bekleyen sevdiğime ispat ederdim! Olsun, inanır O bana, ne de olsa deli gibi aşığız birbirimize...'
Babaannesinin ve dedesinin gençliği hızlı hızlı yürüdü yokuşun başından, 
bir portakalın bebekliği uyandı uykusundan, a! O da ne bir yılan başka bir yılana yaklaştı arkasından, bir gemi denizin ortasında kurtuldu yolcularından. 'Anne! Baba! Burdayım!' ... Barışın annesi ve babası kayboldu suyun dalgasından...
Üzücü bir yer olmaya başladı burası...
Ama tabii ki Barış dipteki mavi evi kurcalamadan buradan çıkmayacaktı...
Koşarak bahçeye yaklaştı, evin penceresinden içeri baktı, küçük kızlarıyla resim yapan bir kadın Barış'a kapıyı açtı: 'Tatlım, hoş geldin.'
Barış neler olduğunu anlayamadı; bu kadın barışı gören ilk varlıktı. Bir köpek barışın ayağına bastı. Kadın Barış'ı kucağına aldı: 'Korkma. Benim Servet.' Barış yabancı gibi baktı. Kadın gülümsedi:'Babaannenim senin canım, gençliğiyim daha doğrusu.' Barış'ın kafası karıştı; demek ki adı Servet'ti ve demek ki eskiden memeleri dimdikti! Kadın Barış'a sımsıkı sarıldı: 'Tatlı kuzucuk, burası benim yavaş yavaş yitirdiğim hafızam... Her şeyi unutmaya başladım, bana birşey olursa şimdi misafir odasında uyuyan halanla kalacaksın ve inan bana sen hep mutlu bir çocuk olacaksın.'
Barış biraz üzüntü ve biraz sevinçle yere bastı. Gözleri Barış'tan habersiz ağlamıştı çünkü kahramanlar kız gibi ağlamazdı. Koşarak girdiği kapıyı bulup soluklandı. Kızılderili arkadaşlarının ve sevdiği kızın karşısına çıkmadan evvel toparlanmalıydı. Kapıyı açtı, tam geri kapatırken anahtar yine ışıldadı ve Barış'ın aklına yine bişey geldi: Kapıyı açık bırakacaktı ve babaannesine, pardon Servet Babaannesi'ne (pardon yani adını biliyo artık herhalde) herşeyi hatırlatacaktı! Bu ne harika bir akıldı! Barış kendisine hayran kaldı; tam o sırada hafıza kasabasında bir amca eskiciden sarı bir radyo satın aldı. 
Barış salona döndüğünde yorgun argın ve birazcık da yaşlıydı. Evet, komik mi? İnsan kaç yaşında olursa olsun bunca yorulunca ihtiyarlamaz mı? Neyse...
Arkadaşları, sevdiği kız ve anahtarıyla odasına yol aldı. Vakit neredeyse sabahtı, hayat barış için de Servet için de artık yeni bir kasabaydı... 




2 Nisan 2014 Çarşamba

BİLDİK BİRİ



Korkunç, kapkaranlık ve is kokulu bir geceydi. İri yarı bir adamın kendinden de iri yarı gölgesi sokaklardan, evlerden, çöplüklerden, yerlerdeki kusmuklardan ve uyuyan balkonlardan hızla geçti. Öfkeden gözü dönmüş bu adam, çok değil yarım saat kadar önce kendinden 23 yaş küçük eşini, 2 çocuğunun gözleri önünde döverek öldürüp evi terk eden pis bir katildi. Yeryüzündeki tüm kadınlara bağırsa, hepsini dövüp öldürse kendine gelemeyecek kadar özgüvensiz bir ezikti. Neden mi? Çünkü genç ve güzel eşi bu sabah giriş kattaki yakışıklı öğrenciye 'günaydın' deyip gülümsedi. İstanbul için ve hattâ dünya için korkunç bir lânetin tohumu, bir 'günaydın'la uyanan öfkeydi! 
Adam hayvansı sesler çıkararak, kıllanıp kamburlaşarak sokak sokak, cinnet cinnet gezdi. Gezerken milyonlarca karınca, sayısız yıldız ve birkaç tane de yaprak ezdi. Tanrım bu adam eşi benzeri görülmemiş bir leşti! Sonunda küçük ve pembe bir hıçkırık sesi işitti. Câni yaratık, şekerli hıçkırıkları takip ederek ağlayan küçük kızı bulabildi. Döverek ve söverek, kıza tecavüz etti. ...
...
...
Gitti...
Küçük kızı baygın hâlde bulan bir trans, ağlama krizine girdi. Mahalleli kız kendine gelene kadar nöbette bekledi. Nihâyet bir geceyarısı, hantal ve babacan bir kahvecinin nöbetine uyandı kız. Günler sonra; gülüşlerden, çaylardan, üzüntülerden ve artık başka bir hayatta kalmış çocukluktan sonra uyandı. Herkes o korkunç geceyi unutturmak için gerçekten çabaladı: Kız onca sevecen ilginin ortasındayken, neredeyse saldırının başına gelen en iyi şey olduğuna inandı. Okul vakti geldi çattı. Kız tam okul kıyafetini giyecekti ki ne kadar şişmanladığını anladı. Anası babası olmayan, büyük amcasının evinde besleme gibi yaşayan kızın hamile kaldığını yine hayatını kurtaran trans anladı. Ya... Kız karnında 4,5 aylık bir bebeği olduğunu öğrenince heyecan, korku, ölmek ve daha çok yaşamak istediği içinde bakakaldı. Derken haftalar, aylar böyle yaşandı ve kızımız bir gece sancılar içinde mahallenin ünlü kürtajcısının kapısına dayandı. Leş gibi bir odada, mikropların şarkı söylediği bir yatağın ucunda dünyaya gelen bebek, bir oğlandı. 
Kızcağız oğlanı bir türlü sevemediği için, sabî elden ele dolandı. 
Kim ne yaparsa yapsın, öyle pis bir gecenin hatırası olan bir ruhtan temiz bir insan çıkamazdı... Zaten çıkmadı. 
Çocukluğu iğneli külahlar atarak, kapıları silikon tabancayla sıkıca kapatarak, arkadaşlarını eşek şakalarıyla sakatlayarak geçti muzip bebenin. Hattâ korkuttuğu kızlardan birinin dili bi süre için tutuldu, sonra kekeme kaldı bi kız!
Büyüdü; suçları da kendiyle büyüdü. (Kötücül yanına ilişik duran sempatik hâlinin tek sebebi masum annesiydi.)
Bu oğlan insanların duygusal ve fiziksel olarak en yorgun, en zayıf anını kollayan; savunmasız yakaladığı herkese saldıran biri oldu. Toplum zararlısı; insanda işitme, konuşma kaybına neden olan; insanı elden ayaktan düşüren lânet bir pislik.  En güzel anda, şöyle hoş bi bahçede muhabbeti güzelleştiren bir esintide; en sevdiğiniz ince blûzunuzu giydiğinizde; keyfinize baktığınız için uykusuz kaldığınız bir gecede insanı taciz eden bir gıcık oldu. 
Aslında O'nu hepiniz tanıyorsunuz. Hepinize, hepimize mutlaka zararı dokunmuştur. Minübüste, sinemada, uçakta, okulda ... heryerde adamları olan, eli uzun bir manyak! 
Hatırladınız mı? O'nun adı Grip. O bir piç. O bir Iago! Sinsi. Iago ve tarihin tüm piçlerinden farkı, ince dudaklarının, kemikli yüzünün ve tıslayan 's' harflerinin yanı sıra neşeli kepçe kulaklarının da olması ve tabii diğer ünlü piçlerde olan derinlikli karizmadan yoksun olması. Piç!
Piç derken, babası belirsiz gayri meşrû sabîleri değil; tehlikeli, ibne ruhlu zararlıları;
ibne ruhlu derken cinsel tercihine sonsuz saygı duyduğumuz escinselleri değil, ibne'yi küfür haline getiren zehirli insanları kastediyorum.
Anlatabildim mi?
O'ndan uzak durun. Grip'i gördüğünüz yerde ağzını kırın çünkü o iflah olmaz bir psikopat. Siz kendinize göre savunma yöntemleri geliştirdikçte güçlenip, yeni bir kılıkta yine çıkar karşınıza. Yere tükürür, ter kokar, omuz atar, yüzünüze güler, arkanızdan atar. Basit bir zarar vermiş gibi kıyın kıyın hayatınıza çelme takar. Mal! Pis! Git... 


26 Mart 2014 Çarşamba

BENDENSİN ÇOCUK!

Bazı çocukların yüzünde yaşlılıklarını görürsünüz... 
Başından neler geçeceği şimdiden belli olan çocukların...
Kaç yaşında okumayı sökeceği, kimden tokat yiyeceği, uyumadan önce hangi duaları edeceği belli olan çocukların...
Okulu kaçıncı kez karne aldıktan sonra bırakacağı, ne zaman sigaraya başlayacağı belli olan çocukların...
Babasının hareketlerini küçücük vücuduyla taklit ederek meydan okuyan, bisküviyi çaya batıran çocukların...
Uykusunu alamadan uyanan, elinde tarakla şarkıları yarıya kadar mırıldanan çocukların...
Soğukta birkaç durak yürüyen, sümüğünü koluna silen çocukların...
Rüyasında ata binen, bayramlarda el öpen çocukların...
Kiminle ve ne zaman evleneceği, maaşına bir top kumaş bile etmeyeceği belli olan çocukların...
Erkenden büyümek zorunda olan işçi çocukların... 
Çocuk... Yorgun argın uyuyan 7 yaşında ellerinde işin rengi kalmış çocuk. Bu gece sen uyurken meleklerimden birini gönderiyorum. Sana bi melek ısmarlıyorum çocuk...
Küçük kafalı tatlı şey. 
Sen kumaranı kırıp bakkaldaki fileden bi top seç, istediğin renk, oyna. Kitap taşımaktan yorul, annenden gizli cips ye... Defterinin arasında Hümeyra'nın saçı olsun; okuldaki sevdiğin kız (Bi tane de mahallede var çünkü ; Sudenaz... Küçük çapkın seni!) ... Hani tenefüste saçını koparana kadar çekmiştin ya, o saç... Sabahları portakal suyu içimemek için naz filân yap ne bileyim... Sanayide, kuaförde, sokakta, inşaatta filân çalışma... Reankarne filân mısın arkadaşım sen? Hani doğduğun gün yan binada tesisatçı mı öldü? O adamın ruhuyla bu çocuk vücuduna mı hapsoldun oğlum sen?... Neyse... Hediye meleğim hizmetinde; keyfine bakabilmen için herşeyi yapacağından eminim... Öptüm küçük yanaklarından... 



19 Mart 2014 Çarşamba

KONUŞTU!

-Korkma ama sana bişey söyliycem... Tatlım ben başka bi ağaç diilim, gölgenim senin. Sosyalleş biraz, iyi görmüyorum seni. Tamam mı canım? ... Ağlıyo musun sen? Amaaan sana da bişey söylenmiyo canım... Kötü bişey mi dedim ben şimdi... Gördün mü iyiden iyiye sulugözün teki oldun... Ağlama... Bak... Bak beni de ağlatıcaksın... A! Bak kuş geçiyo... Tanıdın mı? İlerideki söğüt ağacındaki Kerime var ya, en iri serçe; O'nun ortancası bu kuş. Hah! Şöyle gül biraz... Canım benim...

Beğendin mi yaptığını... Ben de ağlıyorum işte... 

Memet! Lan Memet! Kediler günün kutlu olsun...

Bak şakalaş böyle ettaftakilerle... İyi gelecek inan bana... Tamam. Öptüm ve sustum ben...

...

...

Ne bakıyon? 

(Gülüşmeler...) 

... Hahhhahh! Bi de bana sık sık dün gece nerdeydin diye kapris yapmalar filân... 



13 Mart 2014 Perşembe

...

Cangama bu hafta yas nedeniyle sustu. 
Bir yazıya, bir kelimeye ve hattâ bastığın yeri hissetmeye çok uzak bir yerde hep birlikte yastayız...
Berkin Elvan'ın, adaletin, özgürlüğün, çocukluğun ve küçüklü büyüklü sayısız kavramın yası içindeyiz, birlikte...
Ah. 

8 Mart 2014 Cumartesi

İMDAT!

Bu yazı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' nde; kadın cinayetlerini ve kadınların her türlü yok ediliş biçimini hatırlatmak için yazılmıştır. Erkek düşmanı bir yazı değil; aksine hem erkekleri hem kadınları yardıma çağıran bir yazıdır... 

Senin annen bi melekti yavrum... Boşanmak istediği için eşi tarafından 27 yerinden bıçaklanana kadar, güzel bi çiçekti; yitip gitti...
Senin annen bi melekti yavrum... O'na asılan patronu tarafından işten kovulana kadar, işleyen bir demirdi...
Senin annen bi melekti yavrum... Okula gönderilmediği hâlde okuma-yazmayı ağabeyinden önce söktüğü için elleri yakılana kadar, neşeli bir civcivdi. 
Senin annen bi melekti yavrum...
Kürtaj olma hakkını kullandığı için eşi başta olmak üzere bütün ailesi tarafından işkence görene kadar, becerikli bir ebrû heveslisiydi... 
Senin annen bi melekti yavrum... 
Lâf atan bir adama yüz vermediği için saldırıya uğrayana kadar, meraklı bir serüvenciydi...
Senin annen bi melekti yavrum... 
Gittiği iş görüşmelerinde 2 çocuklu bekâr bir anne olduğu için tacize uğrayana kadar, heyecanlı bir hemşîreydi.
Senin annen bi melekti yavrum... 
Ailesini aşıp yeni ufuklara yol alırken gökyüzünde vurulana kadar, özgür bir kelebekti.
Senin annen bi melekti yavrum...
Bir hayranı O'na tecavüz edip çöpün kenarına atana kadar, dans eden bir tül perdeydi... 
Senin annen bi melekti yavrum...
Kendinden 37 yaş büyük hasta bir adamla zorla evlendirildiği için canına kıyana kadar, sokakta beş taş oynayan bir çitlembikti...
Senin annen bi melekti yavrum...
İş hayatında erkekleri geride bırakacak lâflar ettiği için iftiraya uğrayana kadar, cesur bir girişimciydi.
Senin annen bi melekti yavrum...
Erkekliğini ispat etmek isteyen sevgilisi çenesini kırana kadar, geveze bir serçeydi...
Senin annem bi melekti yavrum...
Belki anne olmadan,
belki gelinliğiyle dünyayı gezerken,
belki otobüste,
belki yobaz bir silahın ucunda,
belki çocuklarının gözleri önünde,
belki ekmeğini taştan çıkarırken,
belki bıçakla,
belki hakkını aradığı için,
belki dayaktan beter bir bakışla,
belki ağır bir lafla... ama hastalıklı bir güç gösterisi uğruna yok edildi!

Erkekler sahip olamadığı/olamayacağı kadını yok etme eyliminde... Türlü yok ediş biçimleriyle: Ölümle, yüksek sesle, dilekçelerle, 'sevgi' kisvesi altındaki tehtidlerle, sözlü-yazılı-fiziksel-ekonomik-psikolojik tacizle... 
İmdat! 



5 Mart 2014 Çarşamba

BANA ADINI SÖYLE...

Benim için hayat çetrefilli birşeydir. 'E, hepimiz için öyle!' dediğinizi duyar gibiyim... Eminim öyledir; size gündelik çıkmazlarımdan bahsedeyim, kendinizi şanslı hissedeceksiniz...
Meselâ efendim; ailecek sofradayız diyelim; ben 'tuzu uzatır mısın Emine.' dediğimde, aslında 'azıcık sus da kafamı dinleyeyim.' demek istemişimdir. Kimse anlamaz. 
'Kızım karpuzdan da ye.' dediğimde, 'Ne güzelsin benim küçük kızım.' demek istemişimdir. Kimse anlamaz.
Baldızım Yıldız'a 'Ne beceriksiz kadınsın.' dediğimde; 'Beni cebinden çıkarırdın cerrah olsan.' demek istemişimdir. Kimse anlamaz...
Büyük ağabeyim ve yeğenlerimle erkek erkeğe ayda bir kez rakı içmeye gideriz. Hafif çakırkeyif olunca 'Bir şarkı söyleyen olsa ah!' dediğimde; 'Bir şarkı söylesem dinler misiniz?' demek istemişimdir. Kimse anlamaz. (Bir Allahın kulu da 'Sen söyle.' demez.)
Efendim içimde patlayan hevesin, kelimenin, hissin, bulutun haddi hesabı yok. 
Doktorum ben ; kâlp cerrahıyım. Bir sürü asistanım, stajyer öğrencim oldu. Meselâ bu acemîlerden birine 'Evlâdım kapıyı kapat çıkarken.' dediğimde; 'Senden bi bok olmaz.' demek istemişimdir. Kimse anlamaz. 
Hasta yakınına 'Yarın yine ziyaret edebilirsiniz.' dediğimde; 'Ne hoş sohbet adamsın, ara sıra gel de çayımı iç.' demek istemişimdir. Kimse anlamaz. 
Adım Vahim. Bankada mankada 'Vahim Bey' diye gözleri gülerek seslenir bana herkes. Diyeceğim şu ki; çocuğunuza isim koyarken dikkat edin. İsim yazgıdır. 

(Bu sabah evden çıkarken Emine'ye ömrümde ilk kez 'Saçın güzel kokuyor Emine.' dedim. Anlamadı. Ben 'Bu gece buralardan gidiyorum, çok yoruldum.' demek istemiştim...)

26 Şubat 2014 Çarşamba

KAPI DİNLEMEK ÇOK AYIP Bİ'ŞEY




( 5 numarada oturan İrfan Teyze ismi îtibariyle ilk günden beri merakımı cezbetmekte. 
Eh... İçeriden de sesler gelince... Dinledim kapıyı n'payım; kel kafalı bir tarih öğretmeniysem de, nihâyetinde insanım ben de ! )

Lütfü           : Halacığım özür dilerim; nereden bileyim bu kadar üzüleceğini!
İrfan Hanım : Hayvan! Hâla anlamadın; önemli olan benim üzülmem değil, senin acımasızlığın. 
Lütfü           : Ne yaptım ki? Kim olsa aynı şeyi yapardı!
İrfan Hanım : Hayır efendim. Sen gözlerimin önünde cinayet işledin! Öyle kendini savunmak için filan da değil; zevk için öldürdün hem de!
(Neeeeeeeeyyyyy????)
Lütfü           : Abartıyorsun.
İrfan Hanım : Empati yoksunu, kaba saba bir tip oldun. Zafer dayına mı çektin sen?! O da senin gibi düşüncesizdi. Boş boş konuşur insanı canından bezdirirdi. Zamanımızın, sakin kafalarımızın katiliydi o gâvurun oğlu da. 
Lütfü           : Ne alakası var şimdi hala ya?
İrfan Hanım : Var tabii! Gereksiz konuşmak en bi sinsi tacizdir. Maruz kalan insanı boğar, çileden çıkarır. Aklının içindeki meydanda yüzlerce kişi toplanıp " Yeter, n'olur sussun artık! İmdat! Gevezeliğe hayır! Ağzını kırdığım, bana ne lan bunlardan! Diren ruhum!" diye ayaklanır da nezaketinden ses çıkaramazsın. "Hım... Ya? Evet... Tabii ya!" diye idare edersin. 
Lütfü           : Hım... Ya? Evet...
İrfan Hanım : Terbiyesiz!
Lütfü           : ...
İrfan Hanım : Ne sustun? 
Lütfü           : ... Bir sinek öldürdüm diye ettiğin lâflara bak Allah aşkına... Burnumdan geldi güzelim içli köfte. Sinek dediğin nedir ki? 'Sineklik' diye bir alet var ya! Bu hayvanın olayı bu.
(Hah! Ölen sinekmiş... Ödüm koptu itiraf edeyim. Ayak üstü aklım sıçrayacaktı; saç döktüm yav!)
İrfan Hanım : Öyle deme. Kendi uçar giderdi o... Hayatta kalabilmek için bi sineğin yardımına ihtiyacımız var: sonuçta insanız.
Lütfü           : Ne diyorsun sen hala, gözlerimin önünde aniden bunadın mı acaba? Gidelim mi hastaneye filân ?
İrfan Hanım : Terbiyesiz! Cahil serseri. 40 senedir üniversitedesin, doğanın dengesini, organik yapısını; bir sinekle aramızdaki bağı anlayamamışsın. Ben nasıl anlatayım sana? Kıçımın akademisyeni!
Lütfü           : Ağır konuştun. 
İrfan Hanım : Biliyorum.
Lütfü           : Hala? .... Ağlıyor musun sen İrfan Hala? 
İrfan Hanım : Erkek miyim ben oğlum, ayakta ağlayayım?
Lütfü           :Sen onu yanlış anlamışsın halacığım... Neyse ya...  Off! Şiştim valla...
İrfan Hanım : Öküzsün. 
Lütfü           : Tamam.

(Dinlediğime değdi! Ne saçma ne güzel muhabbetti! ) 


18 Şubat 2014 Salı

SANA Bİ'ŞEY OLMASIN



Anılarımı ve yolculuklarımın kanıtlarını, çocukluk hayâlimizi gerçekleştirdiğimizi ilân ettiğimiz fotografları, kelimelerimi ve bir daha asla izleyemeyeceğim görüntüleri, anları, arşivleri, yazıları sattın! Ve hepsinin yerine bana mavi bir tabure aldın anneanne. Ah! Kızamıyorum da sana! Canım, tatlı, şeker anneannem. 
... 
Ama sen o tabureyle belimi kırarcasına vurdun bana bir kere. İstemeden, tamamen iyi niyetle sattın, ne diyebilirim ki.... 
Ama içim yandı! (Ah! O sabah çektiğim fotograf. Fındıklı'da çektiğim! O! Ne kadar uğraştım ve sonunda ne harika olmuştu biliyor musun anneanne? Keşke sana gösterebilseydim. Çok severdin eminim. Ama sen onu da sattın.  Hani, bilgisayarın içinde yani... Ben o bilgisayarı tamir ettirip, içinden 2 yıllık hikâyemi alacaktım; ruhunu kurtarır gibi ... Üzülme ama... N'apalım olan oldu artık... Canım benim ya! Bi de çipil çipil gözlerle 'Sattım hurdayı, yerine mavi bi tabure aldım kuzum; el yapımı ahşap bişeycik...' dedin ya bana. Yumuk ellerinle göstererek filân... Çitlembik pamuk şekerim benim... 
Yani insanı çiçekle dövmek gibi, şerbetle yıkamak gibi, birini -üşüdüğünü bilmeden- iyilik olsun diye serin suya itmek gibi bişey bu anneanne... 
Neyse. Senin bi suçun yok. Canın sağolsun... 
Ben kedimin su içme sesinin üstüne bi mektup okumuştum geçen gece... O kayıt da gitti eskiciye değil mi?  Ağh! 
Olsun... 
Yani bu... Bu zayıflamaya çalışan birine zorla tatlı yedirmek gibi, sürpriz olsun diye en sevmediğin adamı doğumgününe getirmişler gibi... anlatabiliyor muyum... Ah... 
Şimdi hayatımın iki yılı kosmosda bir yerde öylece , kendi güzelliğinde duracak. 
Neyse, neyse ve neyse... Öpeyim bilgisayarı, sana bi'şey olmasın anneanne... 

(Ohh! Yazdım, ağladım, rahatladım... Şimdi gidip şu tabureyi seveyim de biraz, sevinsin cimcik yanaklı anneannem. Ufff... Ama adadaki aşk masalım da gitti... Yo, yo... Tamam, iyiyim. Herşey kendi yerinde bu gezegende...)




12 Şubat 2014 Çarşamba

NO: 11

Çocuklar merhaba, 
bu mektubun hepiniz için beklenmedik bir havâdis olduğunu tahmîn ediyorum... Sakin olun. Mektubun 'alıcı' kısmına 17 isim yazarak postane tarihine geçtim galiba değil mi? Hepiniz oradaysanız mektubu Şebnem'e verin de yüksek sesle hepinize okusun; tiyatro sanatçısı O bildiğim kadarıyla. 'Bilidiğim kadarıyla' diyorum çünkü 41 senedir hiçbirinizi görmedim. Aranızda sadece adını bildiğim küçüklü büyüklü torunlar bile var. Tam da bu husûsu açacağım size. Yıllardır adaya adım atmadınız, attıysanız da haberim yok. Ziya Bey'in ani vefâtinin ardından, yaslı eşi Leman Hanım da alzeimer oldu, O'nu da alıp şehirde bir hastaneye yatırdınız ve gidiş o gidiş... Bir daha hiçbirinizi görmedim çocuklar, özledim sizi... Siz beni hiç özlemediniz mi? Nergis yavrum, annen nasıl oldu? 94 yaşına geldi değil mi Leman Hanımcığım, hastanede iyi bakılıyor mu? Kardeşlerin Zarife ve Ali'yle Ziya Beyciğimi ziyaret ediyor musunuz kabristana gidip Nergisim, çiçek kızım benim? Babanız çok değerli bir adamdı çocuklar, ziyareti ihmâl etmeyin. Ah! Keşke bende gelebilsem... 
Çocuklar siz küçücük birer yaramazken adanın altını üstüne getirirdiniz hatırlar mısınız? Şimdi öyle güzel ki burası! Erkenden bahar geldi bu yıl; şaşkın ağaçlar çiçek bile açtı. 
Ali? Orada mısın? Kuzum senin 19 yaşında delikanlı bir oğlun varmış! Rıza amcanın ismini koymuşsun, aferim sana. Yavrum çocuk otistikmiş. Adaya getirsene çocuğu temiz bir nefes alsın, neşelensin, zihni berraklaşsın. Aşk olsun sana Ali, Mecidiyeköy'de çocuğun içi mi sıkılsın hep? 
Zarifem? Ortanca çiçeğim... Mehmet ve Zaîm adında iki evlâdın varmış senin de, pek sevindim çocuğum. Sen tam erkek annesiydin genç kızken bile; kadınca bir sezgi işte. Mehmet'ten 8 yaşında damla sakızı gibi bir torunun varmış bi de, ne âlâ! O şimdi ne şekerdir! Getirin adaya yavrum O'nu. (Gelinin Hülya'yı pek beğendim ayrıca.) ... 
Zarife... Oğlun Zaim'in üstüne pek gitme; bırak O da özgürce yaşasın aşkını; sana mı kalmış evlâdının cinsel tercîhine karar vermek? Annen duysa çok kızardı; Lemân Hanımcığım sizi özgür yaşayın, yaşatın diye terbiye etti; şahîdim... 
Nergisim... Evin ilk göz ağrısı... Çok sessiz sakindin çocukken, öyle misin halâ? Şebnemi çocukken ne çok getirirdin adaya... Şebnemcik civciv gibi oynardı bahçede sürekli. Becerikli çocuk seni! Sen tiyatro sanatçısı mı oldun bakayım? Helâl sana Şebnemcik... Hem de ikizlerinle, üç çocuğunla şıkır şıkır sahneye mi çıktın? Geçenlerde bir evden sesin geldi, sonra anladım ki filimde oynamışsın... Nasıl da tanıdım sesini! 

Hepiniz burnumda tüttünüz. 
Adaya gelin, 
hepinizi göreyim, 
sonra ya yıktırın beni 
ya da elime yüzüme çeki düzen verip merdivenlerimde koşturun...
Ya da ne bileyim, istekli bir aileye satın beni, yalnızım. ( Yandaki kiliseyi de yıktılar; ecnebî dostum gözlerimin önünde can verdi... Ya...)
Beni böyle bırakmayın çocuklar. Ben annenizin babanızın size yadigârıyım, siz benim ailemsiniz. Beni, bir türlü paylaşılamayan, uzlaşılamayan bir miras payı gibi görerek terk ettiniz. Ne çirkin bir hâl aldı hayat bilseniz... Sitem etmiyorum; sizden ses çıkmayınca müdehale edeyim dedim. Muâlla Hanım'ın torununa seslendim; bu mektubu yazdırdım işte. (Evlerle konuşuyor diye 'deli' derler adada sabîye...) Neyse... 
Gelince... Yani gelirseniz... (Gelin yahu!) ... İçeride birkaç oğlan çocuğu göreceksiniz. Pasaklarına aldırmayın, nazik davranın yavrucuklara. Birkaç aydır müştemilâtta kalıyorlar. İyi, neşeli çocuklar. Kibarca harçlık verip gönderin onları olur mu yavrum... 

Haydi, bir an önce gelin de şu işi hâlledelim... Sıkıldım bu hâllerden...

Sevgiyle gözlerinizden öperim...

                                                                                                                            İmza:
                                                                                                                            Büyükada'daki Eviniz




3 Şubat 2014 Pazartesi

"BANA MISIN?" demeden...


19 yaşındaki bir delikanlının en büyük sorunu mesajına geç yanıt veren kız arkadaşı olmalı; bütünlemeye kaldığını ailesinden saklamak ya da... Uykusu facebookta gördüğü fotograf yüzünden kaçmalı; sevgilisinin yanında sırıtan gıcık oğlana küfür ederek gitmeli okula sabah... Kot pantolon denerken tezgâhtar kıza mahcup mahçup bakmalı 19 yaşında bi delikanlı; anneler gününde annesine blûz almalı sevinçle! Okul bitince yapacağı yolculukların, seveceği kadınların, kapısını açıp çıkarken kendini kral gibi hissedeceği arabasının hayâlini kurmalı. Arkadaşlarıyla sabaha kadar gülüp eğlendiği için uyuyakalıp sınav kaçırmalı O; babasına bilgisayar kullanmayı öğretmeli gülerek. 'Spor ayakkabı mı giysem, bot mu?' diye saatlerce kararsız kalmalı; aynaya kendini beğenen komik bakışlar atmalı... Yazın kızlı erkekli tatiller yapıp ileride bakınca güleceği fotograflarda bulunmalı; bira içip asla yerine getirmeyeceği sözler vermeli kendine; iddiaları kazanıp tatlı tatlı dalga geçmeli arkadaşıyla. Kimseye göstermeyeceği bir deftere şiirler yazmalı; para biriktirip kendine deri ceket almalı. Sevdiği filmi defalarca izlemeli; rüyasında dayısıyla bisiklet sürmeli. Günlerce süren bir plânla unutulmaz bir eşek şakası yapmalı kuzenine; sonra kakır kakır gülmeliler boğuşarak. Eve ekmek getirirken neredeyse yarısını yemeli, hattâ yoğurt almayı unuttuğu için bakkala tekrar gitmeli, söylenerek. Parmakları nasır tutana kadar play satation oynamalı; sevgilisi sırtını kaşırken O sınav notlarına göz aymalı.  Tuttuğu takımın maçlarını izlerken ettiği küfürün bini bi para olmalı; 20'lik dişi için doktora gitmekten korkmalı. Birileri O'nu yüksek sesle müzik dinlediği için uyarmalı; 19 yaşındaki bi delikanlının abur cubur alışkanlığı olmalı...
Twitterdan îmalı cümleler paylaşmalı, sevdiği şarkıları banyoda bağıra çağıra söylemeli, kendine hayran... Yeni keşfettiği yazarlar sayesinde kendisini fenâ hâlde havalı hissetmeli; sağda solda acayip kelimeler kullanarak kızların kalbini çalmalı. Konser konser gezmeli O, parfüm seçerken bin kişinin fikrini almalı. Tişörtündeki yazılarla kendini radikâl hissetmeli; hocalarıyla kurduğu muhabbetle, aile toplantılarındaki sürpriz çıkışlarıyla büyümekte olduğunu ispatlamalı yetişkinlere. Ayarsız sesiyle metroda herkesin kafasını şişirmeli; buz gibi havada incecik giyinmeli. Sevdiği renklere boyamalı odasını; hevesi geçene kadar gitar çalmalı. Arkadaşlarıyla toplanıp Jack Daniel's almalı; başka dillerde şarkıları yarı doğru yarı uyduruk söylemeli; şevkle. Gözü kadının memelerine takıldığı için filmden bi bok anlamamalı; ailedeki miniklere bilmiş bilmiş ağabeylik yapmalı... Yakışıklı yakışıklı seslerle açmalı telefonunu; yemek yemeye doymamalı... Öğrenci evinde, kulak çubuğuyla kumanda temizlemek gibi komik huyları olmalı; çok sevdiği bir kız yeğeni olmalı 2,5 yaşında. Kararsız kafası yüzünden sevgilisinin canını sıkmalı; sonra da baçeden kopardığı bi çiçekle gönül almalı.
Eğlenmek uğruna soğukta beş altı duraklık mesafeyi 'bana mısın?' demeden yürümeli arkadaşlarıyla. 
Taşınırken yengesine yardım etmeli; mahâllenin küçükleriyle top oynamalı. Ani atarlarla saygısızlık edip pişman olmalı; amcasının aldığı saatine bakmalı sürekli, kırk yıllık zengin iş adamı tavırlarıyla...
Limonatayı çok iyi yapmalı meselâ; naneli, buzlu limonatası ev arkadaşları arasında rağbet görmeli.
19 yaşında bir delikanlı ergenlik ile genç adamlık arasındaki köprüde tıngır mıngır yürümeli; çaktırmadan eliyle saçlarını taramalı... 
19 yaşındaki bir delikanlı mutlu, gencecik, romantik, zıpkın gibi, umutla yaşamalı. Yaşamalı... 
19 yaşında bir delikanlı sokakta dövülerek öldürülmemeli...
Ali... "Şuramda bir kuş ötüyor..."



29 Ocak 2014 Çarşamba

DELİSİN, DELİSİN!


Çocukluğundan bu yana sokakta yaşayan biri kırkına geldiğinde, kabuslarınızda bile göremeyeceğiniz şeyler görmüş, okumaya bile gücünüzün yetmeyeceği şeyleri yaşayıp çoktan geride bırakmıştır. Özellikle kadınsa... Serap 40 yaşında. Girizgâh sizi şaşırtmasın; acıklı bir hikâye değil bilâkis sıradan bir yaşantıda mutluluk dâhil herşeyi yaşamış bir kadınla tanışacaksınız. 
İster inanın ister inanmayın; annesi becerikli bir hemşîre, babası da alanında ünlü bir cerrahtı. Fakat şöyle bir durum vardı; evli değillerdi. Babasının 2 yıllık bir görev için Konya'ya gelmesi ve yeni hemşîre olmuş gencecik annesinin bu yakışıklı adama aşık olmasıyla çok kişinin hayatı değişti. Zîra babasının Istanbul'da hâli hazırda bir ailesi vardı: sevdiği bir eşi, ikiz kız bebekleri ve bir de oğlu... 
Adam hemşîreyi gördü, beğendi ve seviştiler; sürekli... 2 yıl boyunca... Pek fazla konuşmadan. Adam hemşîreye hiçbir söz vermedi; ama bazı sevişmeler verilen her sözden daha çok şey vaâdetmez miydi?
Neyse... Adam görevi bitince kucağında bir kız bebekle Istanbul'daki evine döndü. Hemşîre gayri meşru çocuk doğurduğu için dayısı tarafından öldürülmüştü. Adam karısına bebeği uzattı, hiçbir şey söylemedi. Böyle durumlarda ne söyleneceğini ancak şairler bilirdi, bu yüzden tüm yükü sessizliğe bırakmak en iyisiydi. İkizler doğduğundan beri iyice sinir sahibi olmuş karısı da öfkesinin yükünü sessizliğe bırakıverdi. Yıllarca evde çocuk seslerini dahī yutan beyaz bir sessizlik hâkimdi. Annesiz bebek giderek büyümekteydi. 5 yaşına gelmiş ve halâ hiç sevilmemişti. Bir isim sahibi bile değildi. Ne korkunç değil mi? Fakat isimsiz çocuk zaten bu hayatın içine doğmuş olduğu için durumunu hiç garipsemedi. Derken doktor beyimize tekrar başka bir şehirden iş geldi. Bu kez 7 senelikti. Karısı 2 yıllık ayrılıktan bir bebekle dönen eşi, 7 yıllık bir iş için yanından ayrıldığı gün, çocuklarını da alarak evi terk etti. İsimsiz kızı da kapısı açık evde eşyalarla bırakarak gitti. Günler geçti. Kız ağlamadan, sessiz evde bekledi. Bu evde zaten hep tek başına değil miydi? Etrafta kendisini görmezden gelen birileri yokken daha iyi hissettiği bile söylenebilirdi.  Sonunda geceyi geçirmek için içeri saklanan birkaç sokak çocuğuyla beraber O da terk etti evi. Çocuklardan biri O'na 'Serap' adını verdi. Soluk yüzü, incecik vücudu ve mırıltılı sesiyle gerçek değil de hayâl gibiydi... 
Sokakta yıllar geçti... Yıllar. Bu yılların içinden sayısız şarkı, korku, açlık ve tokluk geçti. Bizim gibiler için inanılmaz olsa da; bu da hayatı yaşamanın bir biçimiydi. Odasız, soyadsız ve adressiz... Yıllar... Bu yılların içinden tecavüzler, şaraplar, baharlar ve şiirler geçti... Serap giderek güzelleşti. Şarkı söyleyerek yürümeye başladı. Şarkı söyleyerek para kazanmaya; dayak yemeye, giyinmeye, aşık olmaya başladı...
40 yıllık yaşamına 40 kişilik yaşam nasıl da sığmıştı! Kendi kendine değil ama tanıdığı her yeni insanda gördü hayatının tuhaf yanlarını. Tuhaf? Bu bu kelimenin anlamı da zaten çok kalabalık ve bulanıktı...
Ne zaman biriyle içli dışlı olsa, ne zaman perdeler aralanıp derinlerdeki günler su yüzüne çıksa Serap'ın şirâzesi kaydı. Çünkü O'na çok yakından bakan herkes Serap'ın tam bir deli olduğuna karar vererek uzaklaştı. Evet, yaraları ve korkuları vardı; evet, uykularında karanlıklar ve bırakılışlar vardı; evet, beton gibi sessizlikler ve dizkapaklarında kesikler vardı; evet, kimsesizlik kalıntıları ve kaşınan kuyuları vardı... Daha çok, çok ama çok örümcekli odaları vardı, evet... Ama kimin yoktu ki? Herkesin kendi yaşamının akışına yakışan bir travması vardı. İşte bu yüzden Serap'ın yanında güvende hissettiği bir tek insan kaldı: İşte O, deli olmadığının ispatıydı... O'na ismini bahşeden çocukluk arkadaşı Gencer... 
Çünkü hayatınızda sizi deli olmadığınızın ispâtı olacak kadar iyi tanıyan biri olmalı... 


22 Ocak 2014 Çarşamba

AYKE

Bir insan tedirginse, güvende hissetmiyor ve güven duymuyorsa o insanı kolay kolay korkutamazsınız. Çünkü şüpheleri O'na duvarlar ördürür;
evinin tüm kapılarına kilitler vurdurur;
dikenleri her an çıkmaya hazır durur;
perdelerini açmadan, sadece aralayarak dışarıyı gözetleyen kâlp bekçileri olur...
O her zaman savaşmaya hazır bir yorgundur... 
Fakat güvende olduğuna emin olan biri tüm gezegenlerin arasında kalkansızca kendini yollara vurur. 
Ayke 4 yaşındayken bırakıldı yetimhâneye. Ailesi devletin O'na kendilerinden daha iyi imkânlar sağlayacağına inandığı için bu yolu seçti. Torpille, ne yapıp ederek yerleştirdiler sabîyi. Yılda iki sefer de halası ve amcasıymış gibi ziyarete geldiler... Yargılamak, sorgulamak, acıklı hislere boğulmak bize düşmez; belki gerçekten bu yol bildikleri en doğru yoldu... Belki-... Neyse... Dolayısıyla 18 yaşına gelip üniversitedeki yurda yerleşene kadar burada kaldı Ayke... Mezun olup anaokulu öğretmeni olduğunda da ilk iş minik bir ev tuttu kendine. Sevinçle! Çocukluğundan bu yana zihninde milyarlarca kez döşediği evine, sessiz sakin uykusuna sonunda kavuştu! 
Ayke, evindeki ilk gecesine kadar hiç ama  hiç gönül rahatlığıyla uyumamıştı.
Yetimhanedeyken yaramazlığın ya da çocuklara nereden geldiğini anlayamayacağınız canîliğin ortasında uyudu. 
Sert mîzaçlı gece nöbetçilerinin mîzaçları gibi sert kontrol seslerinin ortasında, 
annesiz ve babasız çocuklara özgü öfkenin, 
geceleri kaybolan eşyaların,
uykuda yürüyüp başka yataklara işeyen oda arkadaşlarının ortasında uyudu. 
Ailesi bütün bu geceleri tahmin ederek mi adını Ayke koymuştu acaba? 'Sık ağaçlı orman' manâsına gelen adıyla, kendi ruhunun aralıklarına saklansın, kimsecikler O'na yaklaşamasın diye mi?... 
İşte nihâyet kendi evinde Ayke ve tamamen güvende... 
Bu gece ilk kez çocukluğu, anıları, saçları, şimdiki zamanı ve tüm zamanları emin ellerde... 
Bütün kalkanlarını bırakmış hâlde daldı uykuya; duvarları şeffaf ve huzurlu bir ruhla... 
Kalbinin bütün askerlerini şaraplı müzikli eğlencelere saldı...
Tüm elbiselerini bulutların arasındaki iplere astı; çırılçıplak kaldı.
Ve uykuya daldı... 
İşte böyle savunmasız bir hâldeyken kâbus görürseniz büyük bir hâyal kırıklığı yaşarsınız... Çok ama çok korkarsınız... 
En güvende hissettiğiniz yerde birden karanlıkta kalırsınız...
Korkunç bir kâbus gördü Ayke... 
Korkudan kalbinde binlerce at huysuzlandı...  
Koşuşturan atların üstüne yağmurlar boşaldı... 
Gökdelenlerin camları parçalandı...
Sırtındaki şehrin gölleri, baharın ortasında aniden dondu!
Bir zencefilin çığlığı duyuldu.
Yıldızlar dudaklarını ısırarak sustu.
Bir baykuş acılarını kustu.
Ağaçlar gözlerini yumdu.
Sarhoş bir katil sokak aralarına koştu.
Yaşlılar sukunluğunu bozdu.
Bebek bir karınca, babasının yumruğunu tuttu.
Her yer tozdu.
(Bir ara, rüyasında yürüyen bir balıkla karşılaştı Ayke; ancak rüyasında ayağa kalkabilen bu sevimli balığı hemen denizine yollayıp uyandırdı ki, kâbusu bir de balığı incitmesin... Ayke bir balığın kahramanı olunca, rüya tanrıları Ayke'ye de bir kahraman yolladı.) 
Bir kadın evlerin arasından koşarak atlardan birinin sırtına atladı; 
atın kulağına kim bilir ne fısıldadı; emrine âmade at, kadını kargaşanın ortasına taşıdı.
Sepetindeki çiçekleri Ayke'nin uykularına serpti kadın, atı da sırtına alıp evlerin damlarına konarak rüyadan kayboldu. Uzaktan bir yerden Ayke'ye bir uyanış şarkısı duyuldu.
...
Ayke uyandı. 
Dudağında bir uçuk, 
baş ucunda çiçekli bir elbise,
göğsünde çatlak bir taşa dönmüş kâlp,
tavanda alamadığı nefeslerden olma minik pembe bulutlar,
ayakkabısının içine kaçmış bir cam parçası...
Ve...
Gözlerinde basit şeyleri bile becerebilmesi için gereken cangücü...



16 Ocak 2014 Perşembe

AF

13 çocuklu bir aileye doğmuşsanız, yaşadığınız coğrafyadan tutun da yediğiniz yemeğe kadar her şeyinize çoktan karışmış bir rekabetin içine doğmuşsunız demektir.
Saadet bu ailenin 14. çocuğu ve 8. kızı. Evet, bir çatının altında bu kadar kalabalık bir hikâye olunca rakamlar isimlerden, gölgelerden, özlemlerden ve gelecekten daha önemli oluverir...
Tam 14 çocuk doğurmuş bir anne ve 14 çocuğun karnını doyuran bir baba, ilk  kez ebevyn olduklarında nasıl küçük birer çocuklarsa hâla öyle çocuk kalmışlar, hayat bu ya... 
Biri on birinde diğeri on üçündeyken,
sokakta ip atlayıp top oynarken,
gece yataklarına işerken,
salçalı ekmek en sevdikleri yemekken,
bilyeler ve bez bebekler en kıymetli hazîneleriyken,
okumayı yazmayı yeni sökmüşken,
hiç büyümeden evlendirilmişler...
Birlikte ip atlayıp top oynamaya devam ederken,
geceleri birbirlerinin üstüne işerken,
abur cubur yemekten vazgeçmeden,
doğan çocuklarıyla;
bilyelerle ve bez bebeklerle oynamaya,
masallar okuyup günlükler yazmaya,
piknikler yapıp birbirlerini saklambaçta sobelemeye devam etmişler...
Şükürler olsun ki birbirlerini çok sevmişler... 
Çocukları büyürken onlar çocuk kalmayı sürdürmüş; yaşamanın başka bir yolunu bilmediklerinden.
Yaşamanın, gülmenin, kızmanın, uyumanın başka bir biçimini görmediklerinden...
Yaşı gelen çocuklarını da kendileri gibi birer evcilik oyununa gönderivermişler. Ne yazık ki bir çoğu kendileri gibi şanslı olmadığından, çocuksu çiftimizin çikolatan yapılma evlerine kötü haberler gelmiş: 
Kızlardan biri doğumda, diğeri dayaktan veda etmiş hayata... Oğlanlardan biri hiç hazır olmadığı yüklerin altına sürüldüğü için kendini asmış, ortancası da bir daha kimseyle konuşmamacasına ağzını bantlamış. Yüksek sesli gülüşü nedeniyle 'şıkırtı' lakabını taktıları kızları, yaşlı kocasından kaçıp defalarca baba evine sığınmış fakat her seferinde olduğu gibi yine tüfek zoruyla kocasına götürülürken aklı sıçramış... Bizim masum neşeli çiftimiz ne yapmış? Ahırlarına tavandan bir bez sarkıtıp mum ışığında gölgeler canlandırmış. Bu gölgelerle çocuklarıyla konuşur gibi konuşarak, acılarına oyunsu bir dua katmış... Evlerinde bir tek çocuk Saadet kalmış. Çiftimiz bir akşam yerdeki tepside yemek yerken önemli bir karar almış: Saadet kendi masalını kendi yazmalıymış. Saçları iki yandan örgülü küçük kıza sormuşlar: 'Ne yapmak istersin küçüğüm? Nerede, nasıl yaşamak istersin? Dile bu iki çocuktan ne dilersen...'
Çocuk verecek cevap bulamamış; bırakın bir hayâli olmasını, bu sorunun kendisi bile akıl almaz bir muammaymış... Çocuk biraz zaman istemiş yaşlı anne babasından. 'Sizden ilk isteğim hayâlimi kurabilmem için derme çatma bir zaman ve iki tekerlekli bir uyku vermeniz...'
Küçük kızı haberci uykusuna gönderen bir ninni söylerek uyutmuşlar. Uyandığında 'Dans etmek istiyorum!' demiş kız. 'Ölene kadar dans etmek istiyorum.'

Rüyasında tülleri, pulları, şarkıları ve bulutları görmüş kız. Tüllere ve müzikli ellere hangi kız hayır diyebilir ki? Hayâlini bulmuş işte. Şimdi sıra gerçekleştirmekte!
Ailecek kapıya gelen görücüleri türlü bahanelerle gerisin geri göndererek;
köydeki tarihi geçmiş gazetelerden bilgiler edinerek;
gizli gizli gülüşüp sevinerek yol yordam aramışlar.
İlk işin bir büyük şehre taşınmak olduğu kesinleşince başlamışlar daha çok çalışıp para biriktirmeye. Soranlara kızın bir hastalığı olduğunu, şifasının da ancak şehirde bulunduğunu söylemişler... 
Yaşlı çift şimdiye kadar çocuk yaşta yapılan her bir evliliğin günâhını silmek ister gibi;
gelmiş geçmiş tüm tanrılardan bu sapkınlık için af diler gibi;
kendilerini ve bu hataya düşen herkesi bağışlamak için yalvarır gibi çalışmış. Sonunda parayı biraraya getirmişler. Bir sabah haftada bir köyden hareket eden otobüse binip gitmişler...
Dedeleri, amcaları, kargaları, bacaları, dağları ve kocalarıları aşarak gitmişler...
Yıllardır söylene söylene eskimiş lâfları, yarı yolda kalanları aşarak gitmişler...
Yaşanmamış çocuklukları, tarlaları, hastalıklı bağnazları, çorakları aşarak gitmişler...
Şehirde, dans okuluna yakın bir eve yerleşmişler. Çocuk akıllı babamız hemen bir iş bulmuş kendine; şekercide. 
Kıza fırfırları tülden bir elbise giydirip okulun kapısına kadar gelmişler...
Tam içeri girecekken ağlamaya başlamış kız... Önce gözleri, sonra elleri ve etekleri ağlamış... Şaşkına dönen anne ve baba kıza sarıldıkları gibi eve dönmüş. Evi gözyaşı tadında bir sessizlik bürümüş. Kıza ne olduğunu sormuşlar, kız ağlamış; sormuşlar, ağlamış; sormuşlar, ağlamış... Yaramaz bakışları evin ortasına düşen yaşlı çift hemen perdeleri kapamış, mumları yakmış. Gölgeler şimdi salonun duvarındaymış. Gölgelerini konuşturmuşlar. Kızın gölgesi demiş ki: ' Bir şeyi istemek yolun yarısından da fazlası evet... O şeye gitmek için sevgiyle didinmek de ne büyük nîmet! Peki tüm varlığınla istediğin şeye ben kendim hazır değilsem şayet?!'... Annesiyle babasının gölgeleri gülmüş. Gülüşlerinin gölgesi kızın yüzüne düşmüş... 'Senin aklın bizden büyükmüş!... Söylediğin de pek doğru çocuk. Herşey hazır uçuşarak dans etmen için. Şimdi sen de kendini hazırla; kendin bürün hayâlinini gerçek yapacak varlığa...'...
Her biri gönül rahatlığıyla yol almış uykular diyarına. Gölgeleri sarmış elma şekerli bir muhabbet; sabahlamışlar duvarda...

8 Ocak 2014 Çarşamba

BAL KOVANI

Hamdi ile Çetin'in hikâyesi bundan 17 yıl önce başladı... Çetin, Istanbul'un bir Roman mahâllesinin çocuğu. Bu mahâlle de kavganın, müziğin, cinâyetin, fuhuşun, soygunun ve uyuşturucun merkezi. Şimdi böyle kelimeler kullandım diye aklınıza çirkin ve karanlık bir tehlike dünyası gelmesin lütfen. Roman mahallesi sadece onları yargılayan herkesin gizlice yaptığı şeylerin açık açık ve doğallıkla yaşandığı bir yer çünkü. 
Kendi düzeninde akıp giden bu renkli hayatın bir sokağında başladı ikisinin hikâyesi. Burada bazı rutinler vardı: meselâ mahâlleye sık sık giriş yapan kamyonetlerin kasası uygun bir yerde açılır, mahallelinin deyimiyle 'patlatılan' mal paylaşılırdı. Bir gün, Henüz 13 yaşındaki Çetin'e bu mal paylaşımında sahipsiz küçük bir oğlan çocuğu denk geldi. Evet... 
Kasa açılıp da herkes eline geleni kaparken Çetin O'nunla göz göze geldi. Küçücük ve kimsesiz vücudunun içinden bakan harika ve korkulu gözler.  Ve işte her şey o anda başladı. Hemen kamyonete tırmanıp çocuğu kaptığı gibi koşmaya başladı Çetin. Annesi ve 6 kardeşi ilk başta itiraz etse de, babasız kalmış bu ailede söz geçirmesi zor olmadı Çetin'in. Çocuğa 'Hamdi' adını koydular. Elbette zamanla kimseye yük olmaması için eve para getirmesi gerekecekti. Bunu adı gibi bilen Çetin, Hamdi'ye bir meslek öğretmeye karar verdi. Kendisi her çalgıyı çocukluğundan beri şıkır şıkır çalan eşsiz bir çingene müzisyendi şimdiden. Fakat Hamdi'nin bırakın çalgı çalmayı, çalgıyı elinde tutmaya bile kabiliyeti yoktu. Hâl böyle olunca Çetin, Hamdi'yi 'oynatmaya' karar verdi. Evet, dans etmek yani. Çetin çaldı Hamdi oynadı. Çetin çaldı, Hamdi oynadı. Çalıp oynayarak birlikte büyüdüler. Sokaklardan, evlerden, düğünlerden, karakollardan geçtiler. Dayak yediler, para kazandılar, karın doyurdular ama en önemlisi çok, öyle böyle değil çok eğlendiler. Birbirlerini çok sevdiler... Hamdi hayatı boyunca hiç konuşmadı ve konuşamayacak. Dinlemeyi çok iyi bilen, duyan, müzik kulağı sağlam olan bu genç adam; suskunluğuyla bilgeleşti anlayacağınız. Suskunluğuyla harika bir dost ve herkesin kalbini fetheden bir sokak çengisi oldu... Bal yemeyi severdi. Çetin bir gün bal kovanlarıyla dolu bir depoyu soyup Hamdi'ye ömrünün en tatlı sabahlarından birini yaşattı hattâ... 
Hamdi defâlarca ölümden döndü. Konuşamadığı için, herkesten farklı olduğu için, masum ve bilge olduğu için sürekli dayak yedi. Çetin'in O'nu koruyamadığı çok oldu; herkesin gücü bir yere kadardı çünkü... Defalarca ölümden döndü Hamdi. Her seferinde; her dönüş seferinde eziyet çekerek yoruldu. Fakat hayata dönmek harika bir şey olduğu için artık eskisi gibi bu 'yok oluştan kurtulma' yolculuğundan eskisi kadar korkmaz oldu. Döndüğü hayat ne olursa olsun öyle güzeldi ki, bu güzelliğe ulaşan yolları kat etmek Hamdi için bir şerefti...Hem ne de olsa onca eziyet, eşikler atlamasına ve şâhâne bir ruha sahip olmasına vesile oldu... 
Herkes kendi evinden bakar hayata. Hamdi'nin ruhu güzel bir evdi. Çok şey gördü geçirdi. 
Bir sabah uyandığında gerçeği kendine itiraf etti: Çetin en yakın dostu olsa da aralarındaki büyük fark hayatı ikisine de hep zehir edecekti. Hamdi insan değildi; bir bozayı daha ne kadar insanmış gibi yaşayabilirdi? Aradan geçen 17 yıl Çetin için de Hamdi için de kimseye nasip olmayacak bir masal gibiydi. Fakat Hamdi hep homurdanarak toprakta yuvarlanmayı, kendi gibi bir bozayıyla boğuşmayı, çiftleşmeyi, ayılarla ölmeyi özleyecekti. Bir şeyi hiç yaşamamış olmanız o şeyi özlemeyeceğiniz anlamına gelmezdi. Bu özlem bir içgüdü; karşı konulamaz bir istekti. Düşledi: yola çıkıp özünü bulacak ya da yolda ölecekti. Olsun zaten ait olmadığı bir yerde yaşamak ölümden daha çetrefilli bir şeydi.
Ömründe ilk ve ömründe son kez ve çok zorlanarak konuştu! Çünkü Çetin bu son sözü hak edecek kadar iyi biriydi. "Bi düş alıp çıkıyorum"....
Çıkıp gitti. Çetin hiç ses etmedi. Hamdi'nin iyi ya da kötü haberi de hiç gelmedi.