30 Mayıs 2012 Çarşamba

GÖRME USULÜ


Bir evde iki diş macunu varmış; biri iyi, biri işeyaramazmış. Evde yaşayan çift hep iyi olani kullanırmış. Birgün iyi diş macunu azalmış; yok olmaya yüz tutmuş. Bunu fark eden Çift, birbirinden gizli , işeyaramaz olanı kullanmaya başlamış: 'İyi olan bitmesin, bitene kadar da iyi olanı sevgilim, işeyaramaz olanı ben kullanıyım' demiş her biri... İşte bu saklambaçlı sevgi sürerken; bi' an ikisi de, aynı anda dişmacunun hiç azalmadığını görmüş; iste o an , o ilişkinin baharıymış. Birbirlerini o an görmüşler. Susmuslar. Ruhları sözsüz havalanmış; güvenle...Birbirlerini anlamışlar, sevmişler; birbirlerini görebilmişler  efendim; bize bok yemek düşer. Allahın emri, peygamberin kabliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz!

28 Mayıs 2012 Pazartesi

BUGÜN






Bugün bir adamın en güzel günü ... Bugün bir adamın kalbinin rengi değişecek...
Bu adam, bin kez katlayarak cebine sığdırdığı kocaman bir bulmaca sayfasını origami yapar gibi açacak.
Bu adam bir şoför...
Bu adam mitolojik tanrılarınki gibi  ismi olan antibiyotikler kullanan bir kronik hasta...
Bu adam salça tenekesinden saksılarda sivri biber yetiştiren, eli bereketli bir acısever: acılı bir kahvaltı yapacak.
Bu adam çok iyi piyaz yapan bir aşçı: Akşama misafirleri var, hünerlerini zevkle gösterecek.
Şiir seven bir romantik: Tüm gün aklından mırıldanacak.
Kemeri her daim göbeğinin baya altında...
Burnunu çekince, gecenin sessiz saatlerinde duyulan çekirge seslerini andıran bir ses çıkaran adam bu:Bulundugu yerde, öylece otururken horlarcasına nefes alan var ya; o.
Fotoroman saklayan eski bir okur.
Sinemaya en son 'açık hava' döneminde gitmiş adam bu...
En uzak akrabasının dahi duasını almış bir ağabey: bu gece aldı
İşte bu adam, bu güzel adam bugün ilk önce topuk sesini duyduğu bir kadına gayri ihtiyari bakacak ve aşık olacak...


25 Mayıs 2012 Cuma

BEDELLİ ANILAR

Uzun, uzun kilometrelerce konuşuyorum...
Sesim minicik bir delikten geçip sana ulaşıyor, birbirimizden çok uzağız.
Harf, harf dalgaların üstüne yerleşen sesim, sana konuyor... Noktalı uğur böcekleri gibi...
Onca yolu aşarken başka bir hale gelen sesimle arkadaşsın...
Seslerimiz kandırıyor bizi...
Yolların üstünden atlaya, atlaya geçerek biraz olsun yaklaşırız sanarak durmadan konuşuyoruz.
Susunca yok oluyoruz.
Sessizliğin güvenli ve sınırsız yakınlığı yok bizde, yazık...
Kelimelerle  sınırlı bir ilişkinin, giderek azalan oksijeninde s.o.l.u.k.l.a.n.ı.y.o.r.u.z.   Zor.
Her şey başka anlama gelmeye başladı; hatlar haklara karıştı...
Dakika üzerinden, maddi bir karşılığı olan randevularımız... Sen de kendini satın alınmış gibi hissetmiyor musun?
Bedelli anılar...
Bedensiz anlar...
İnsan göz göze gelmeden ne kadarını görebilir birinin? Neresini, nasıl görebilir?
Yazarken, karanlıktaki özgürlükle düğümlerini çözüveriyor insan en azından; elbette nefes, nefese gelmek gibi olamaz ama işte...
Dil bilgisi ve kelime dağarcığı ve seslerimiz ve tedirgin eslerimiz ve gizlerimiz...
Zamanla iki yüzlü oluyorum; hatta belki de yedi yüzlü... Nasılsa görmüyorsun beni, dilediğim kişi olurum bulunduğum yerde...
Özetle sevgilim, sesinin geldiği aletle aşk yaşıyorum, seninle değil...ve... bu alet bana sarılamıyor...
Hoşça kal...

Yazan: Gsm operatörlerinin her kampanyasından yararlanan şehirlerarası bir çiftin isyancısı

23 Mayıs 2012 Çarşamba

SEVGİLİ HUZURSUZ RUH...

Doğa konuşuyor...
Fısıltılarla, renklerle, kokularla tane, tane anlatıyor her şeyi...
Dinle...
Şarkısını söylüyor...
Bahar geldiğinde daha bir göze değer oluyor her şey; kalbimin içi bile... Sana da öyle olmuyor mu?
Baharın aydınlığı yalnızlığını daha görünür hale getirmiyor mu? Denizin rengi değişmiyor mu?
Bak tadına...
Kendini daha çok dinlemiyor musun sen de?
Bahar sendromu denilen şey, aydınlanan hava sayesinde yaşanan bir yüzleşmeden başka bir şey değil, sahiden...
Bahar yorgunluğu? O da öyle... Uykunun içinden çıkıp, anlamsızlığı gün yüzüne çıkmış bir günün kuyusuna düşmek istemiyor insan... Bence yani... Bi' düşün...
Gözleri yaşartan, derimizi yırtarcasına kaşımamıza neden olan şey polenler mi yoksa içimizde kalan 'gerçeğimizin' dışarı koşuşu mu?
Her yer daha bir aydınlık...
İzle...
Bedenin bir yerde ruhun bir yerde kalmıyor mu? Aradaki boşluktan endişelerin gürül, gürül akmıyor mu?
Senin dışındaki herkes, elinde kadehlerle 'ha,ha,ha,hahahaha' diye mutluluk selinde sanıp kendini düğme kadar hissetmiyor musun?
Yerini yadırgamıyor musun dostum?
'Benim burada, bu mekanda, bu noktada, bu kişilerle değil, başka bir yerde olmam gerekiyor.' diyen içsesini daha bi' duyar olmuyor musun?
Kokla...
Güneşe çıkınca gözeneklerimden içeri baksan çocukluğumu bile görebilirsin...
Güneşle şeffaflaştım...
Dokun...
İşte, senin de baharın sanattır sevgili huzursuz ruh...
Sahne ışığıyla çiçeklen, kelimelerle aydınlan, sessizlikle büyü...
Uyan huzursuz ruh...
Senin baharın sanat...

yazan: Erik ağacı yaprağı

21 Mayıs 2012 Pazartesi

PSSSS!!!

Kaldırımda bir çocuk...
Annesinin kesesinden düşmüş gibi durmakta.
Annesiyle arasında duran iki adımlık mesafeye bütün korkular sığmış: Çocuk tedirgin, öylece durmakta...
Yoldan öfkeyle geçen otobüs aniden frenini boşaltınca kısa ve net bir sıçrayışla çocuğun dünyası değişmekte.
Sesle birlikte çocuğu izleyen bir başka çocuk iki kez korkmakta; ilki ses için, ikincisi korkunun yansıması için...
Korku bulaşarak çoğalmakta...
Çocuk bir patlama sesi duyduğunda tüm vücudu, net ve kararlı bir sıçrayışla, patlayanın kendisi olduğu izlenimi yaratmakta. Çocuk aniden, korktuğu şeyle bütünleşip, korktuğu şeyin ta kendisi olmakta...
Bu sesler her an etrafımızda gezmekte... Dehşet saçarak...
Bıkanı, korkanı, canı acıyanı, gözü pas tutanı toplanıp öyle çok konuşmakta ki, hayatı 'kaçınılan' ın etrafına öyle çok kurmakta ki ; zamanla derilerinde, kokularında hayat bulmakta 'korku'.
Kork(makta).
Korkut(makta).
Korkutucu ol(makta).
Ol(makta).
Oluş(makta)...
Her gözeneğinden kendi varlığı kusarak, korkulanın ta kendisi olmakta çocuk...
O 'şey' e dönüştü...
Evrildi; eriyerek akıp gitti...
Herşey bir marketin önünde, annesine iki adım mesafedeyken başladı.
Şimdi çocuk en çirkin haliyle büyümekte... Kaçın.

18 Mayıs 2012 Cuma

İPİM, TOPUM, TAŞIM...

Sevgili patates kızartması... Seni çok özledim.



Sen çocukluğumun pazar kahvaltılarına, beni mükemmel bir şarkı gibi uyandıran kokusun.
Amcamın sofrada anlattığı, kim bilir kaçıncı kez dinlediğimiz fıkranın sağlam sonusun.
Canım benim, sarısın herşeyden önce... Seni çok özledim.
Sen okula gitmekten sıkıldığımda, benimle merdivenden atlayıp bacakları kırmaya cesaret eden çocukluk arkadaşımsın.

Şekilci algıdan önceki halim, öğrenilmemiş organik bir iştahsın...
Senin peynirle, soslarla birlikte yaptığın duo'lar trio'lar çocukluğumuzun nadide esereleridir.  
Saçını çektiğim gıcık kızsın; külotlu çorabıma sıkışan önlüğümsün sen; akılda kalıcı, küçük ve kuvvetli duygu...


Suyunu kollarıma akıtarak yediğim haşlanmış mısır ve o halimi gülerek seyreden aşıkımsın...
Büyüdüğümde, habersizce çekip giden bi' yakınımsın... 
Sadece çocukların hakkı olansın:  'minübüste uyuma; kafana göre konuşma; gerçeği, sadece gerçeği söyleme ve daha birsürü! ' gibi...

Gülmekten boğazımıza kaçan leblebi tozusun; pipetle boğaza çekilmek suretiyle yediğimiz, tehlikeli ve yasak olan.
Renk, renk meybuzsun: okul dönüşü yolu uzatıp yokuşlu yola girerdik senin için. Yasaksın, yasak... Çok üzgünüm, giderek daha günah ve daha çekici olmaya başlıyorsun. 


Seninle birlikte aklıma gelen Pazarlar, kahvaltılar, çıkan dişler, komşu çocukluğum, piyanolar, kuklalar, örgücü teyze.... Benim burnumu sızlatıyor. 
Erkek kuzenlerle kıran kırana misket oynamalar; sonra birden erkeklerle oynamanın yasaklanışı... Misket oynarken seni yemek için eve koşmak, ah! Büyük bisiklet kaçırmalar... Çorbalar, çörekler, kapının kenarına çaktığım çiviler... 
Seni çok özledim patates kızartması; her zaman kıymetlimsin benim.

yazan: benimruhumşişman


16 Mayıs 2012 Çarşamba

İYİ EĞLENCELER



Ben Taze Yılmaz. 87 yaşındayım. 

Ben küçükken en sevdiğim renk beyazdı; benim gibi tüm kız arkadaşlarımın da. 
Erkeklerinki de sarı: Masumduk. 
Beyaz ile sarı arkadaştı ya da yavuklu... 

Sonra büyüdüm, bir kızım oldu. Onun çocukken en sevdigi renk pembeydi; tüm kız çocuklarının da. Erkeklerinki de mavi: Ayrimciydilar. 
Mavi ile pembe birbirine 'karşı'ydı ya da düğümlü...

Kızım büyüdü ve O'nun da bir kızı oldu. Torunumun çocukken en sevdigi renk kırmızıydı; tüm kız cocuklarinin da... 
Erkeklerinki de siyah: Öfkeliydiler. 
Kırmızı ve siyah birbirine düşmanca tutkuluydular ya da bağımlı...

Renklerimizle yaptığımız resme bakıyorum da... 
Zamana neler yazdığımıza...
Biz bu aşk ve cinsiyet meselelerinde, havada karada iyiydik sizden çocuklar... 
Çağdaşlığınız sizin olsun... 
Bir kadeh daha alabilir miyim canım?
Ben eve gidip biraz fotoğraf kurcalayayım... Birden içimden geldi... 

İyi eğlenceler size... 

15 Mayıs 2012 Salı

AMATÖR KORKU FİLMİ


Herkes birbirine benziyor; korkuyorum...
Amatör bir korku filmi gibi, 100 kiş var ama hepsinde aynı yüz.
Tövbe, tövbe... Üç harfliler mi musallat oldu yoksa? Kaçalım gidelim mi? Dünyamızı ilaçlatalım mı?
(Yüksek sesle) Destur!
Nedir yapmak istediğiniz?
Neden ameliyatlarla, baskılarla, dedikoduyla bizi birbirimize benzetmek niyetindesiniz?
Biz dünyalıyız, pek barışçıl olmasak da dostuz; zarar vermeyiniz...
Yaklaşın hanımlar, beyler; yakından bakın; dilerseniz belirli bir mesafede kalın ... Herkes 'anladığı kadarıyla' yakışsın birbirine... Nasıl, güzel olmaz mı?


Kim olursam olayım, delice gözlerle incelemeyiniz beni.
Öyle hızla tarıyor ki gözleriniz, baştan ayağa; sanki bu işlem sonucunda orijinalime yakın bir çıktı alacak gibisiniz; tebrik ediyorum.

Engelli olabilirim; mavi saçlı bir erkek olabilirim, sandaletimin içine çorap giyebilirim, ak sakalımla cübbeli gezerim canım isterse, hiç yakışmadığı halde saçlarımı kısacık kestirebilirim, renkli bir makyaj yapıp sımsıkı tesettüre girebilirim... Yaparım, bilirsiniz... Ben sokaktaki herkesim... Ben... Ben böyleyim...
İster senin evini bile satsan alamayacağın bir çanta takarım, ister yıllardır yenisini alamadığım için yırtık ayakkabı giyerim. Beni kategorize etme dostum.  İstersem götümü taşa silerim, ister altın ruloları sokarım kıçıma. Sana ne.


Nereliyim, kimlerdenim boş veriniz... Geldiğim noktada, gördüğünüz halimleyim... Genetik ve etnik kökenimden size ne kuzum....
Arık birbirimize karışmayalım.Lütfen... Karışmakta kararlıysak, güzelce karışalım, birbirimize geçelim; renk, renk; desen, desen örülelim...
Kökenleri kuruttusuz, ayrıcalıkları, karakterlerimizi , duygularımızı yasama biçimimimizi mi yok edeceksiniz?
Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Hepimiz aynı insan mı olalım? Üretilmiş oyuncaklar gibi...

Müsadenizle ...

11 Mayıs 2012 Cuma

RAST GELE...



Hani bazan saçını öylesine kulağının arkasına atarsın da çok güzel oluverirsin ya... 
İşte öyle kendiliğinden gelen güzellik gibi gerçek olamaz hiç bir şey...

Günlerce güneşte kalıp, yorgun argın çalıştığın yorucu bir dönemde, aynada ışıldayan bir yüz görürsün; doğal...

Vapurda karşılaştığın uzaktan bir arkadaş, aniden yaşamının kıymetli bir yerinde oturan, kucağına ruhunu bıraktığın insan oluverir; sadece bir anda...

Sırf aklına düştüğü için aradığın bir büyüğünü, mükemmel bir anda sevince boğarsın...

Tereddütsüz, yüklü bir bahşiş bıraktığın sokak müzisyeninin gününe kolaylık katarsın...

Treni kaçırdığın için üzülürken, hayatın boyunca aklından çıkmayacak gözlerle göz göze gelirsin; sana ilham veren, kulağına küpe olan yorgun ve dolu gözler...

Sokakta bulduğun bir küpeyi, eşinin hiç tanımadığın bir kulakta olduğunu bile, bile takmanın çocuksu heyecanını yaşarsın; hatta üstüne bir de dilek tutarsın sen şimdi... Tut, tut; hayırlı, uğurlu olsun... 

Telaşla yaptığın bir yemeğin, parmakları yedirten bir lezzette olması gibi... Yersiz bir gurur yaşarsın ya hani... (Komik seni)

İsmini ilk kez duyduğun bir yazarın müdavimi olursun ya...
Hava soğuk diye sinemaya girip hayatının filmini izlersin..
İçinden ağlarken, minik serin bir ruzgarla uçuşan eteğini, çocukça izlemek gibi... Meleksindir ya o an...
Saçlarının içinden bir uğur böceği uçar; saatlerdir üstünde taşımışsın o'nu ; boncuk suratıyla...
Kapına gelen; zorla eve girmeye çalışan, kurtulmaya çalıştığın minik bir sokak kedisi; birkaç günde, kakasını temizleyip mama verdiğin, cok ama cok sevdigin biricik dostun oluyor ya hani...
Sokakta önüne düşüveren topa vurdugu an kabiliyeti keşfedilen bir oğlan çocugu gibi... Hayanın bir anda değişir ya...
Tam sıkıcı bir dırdır'ın girizgahını yapmışken sen, dişinin arasından dürtüp seni susturan elma kabugu gibi (organik)... Doğru bir anda susarsın ya...
İşte öyle...
Öylece...
Sadece...
Sade ... Gerçekten ve kendiliğinden gelen, tüm gezegenlerimde sultanımdır...









9 Mayıs 2012 Çarşamba

.(1)'DEN, :::(6)'YA KADAR Bİ' SAYI TUT



Tek bir yanıtla, yeni çatallara açılan yolum; izindeyim.

Duvarların için gelen çıngıraklı zar sesleri.
Dünyamın üstünde bir eski masa;
İki tabureye karşılıklı oturmuş iki varlık.
Durmadan zar atıyorlar, duyuyorum. Şimdi kaç geldi?
Devam.

Şimdi bir kez daha, bir yeni yolun ayak ucunda beklemekteyim.
Şimdi?
Peki; buradan da başka bir yere sapıyorum.
Yolculuğumu bilinmeyen varlıklarla kumar oynayarak yapıyorum.

Kaç attın?
Tamam, bize iki çay.  (Bu çay siparişi de gözleri zardan ayırmaksızın, ayağı 2 kez yere vurmak suretiyle veriliyor.) Söz yok. Söz, söylem kıymetli çünkü.

Aniden kapıdan girip sadece zar atıp yolu çizgisinden saptıran Tanrı misafirleri en tatlı pilotlar: fikirsiz, öylece ve sıradan.
Gelir, çekinerek bir adres sorar ya da belki bir çay içer, zarı atıp gider. Bakayım kaç? ...
Güzel, beklenmedik bir adım.
Şimdi yine, yeni bir yolun tam ucundayım.

Zar seslerinin içinde tedirgin bir huzurla uykuya dalarım.
Hala yollardayım.
Uykumun içinde yol, yordam öğreten başka bir hayata uyanırım.
                                                     Ben...
                                                     Ben bir orada bir burada yaşarım.

                                                                                                                                      İmza; Ruh


7 Mayıs 2012 Pazartesi

O NEYDİ ÖYLE YA!





-Suya anlattım...
Aklın içine nereden sızar kabus?... Bilmiyorum.
   Gözlere nereden dolar, kalbi hangi eliyle sıkar, bilmiyorum...
Peş peşe birkaç gecenin rengine, uykunun soluğuna nasıl karışır? Hangi kapıdan?
-Kapı mı?
-Evet; kapı. Bir girişi, bir başlangıcı, bir nedeni olmalı. Hiçbir korku kendiliğinden büyüyemez bir kalpte. Aklın içindeki kalıntıları takip ederek mi bulmalı kapıyı, yoksa kabus kapının ta kendisi mi? Bilmiyorum. Yerini, zaman dilimini saptayamadığın bir kaygının peşinden gidebilmek için hangi izleri takip etmeli?
Sadece korkup geçmeli mi?
   Kalbim, evi koşarak terk edecekti,of! O neydi öyle ya!
Sana soruyorum kabus! Geçmişten mi gelecekten mi geldin? Şimdiki zamandan bir üzüntü aralığı bulup fırsatçılık yaparak evime mi girdin?! Alçak!

...
-Kendine gel oğlum; al bi' su iç... Ekmek arası bi'şey getireyim mi sana? Bi' açıl... Ha kuzum? Öyle şey, şey konuşmalar filan...
-Anne sus, tamam.
-Anlat bakayım; ne gördün kabusunda?
-Suya anlattım, dedim ya anne... Savdım başımdan...
-Neyse, ne! Seni büyütmüş belli ki... Uyu da büyü, diye boşuna mı diyorum yıllardır? Bak, bir kabus kaç yıl aldırdı sana. Aslan oğlum benim.
- Anneme de bak.
-Ne?
-Belki sonra anlatırım ne gördüğümü.
-Sen bilirsin, yatarken keçiboynuzu pekmezinden bir kaşık iç, unutma.
-Olur, iyi geceler anne...
...
-Anne? Koridorun ışığı açık kalsın...
   -'Keçiboynuzu' pekmezi Mehmet. 

4 Mayıs 2012 Cuma

;

Her yeni dile çevrildiğinde yeniden anlam kazanan şiir gibisin...
Çiçekli geçen son günlerinde işveli, işveli denize bakan genç bir erguvan gibi;
sözü dinlenmeyen; boynunda boncuk, boncuk inci gibi söz biriken narin bir kadın gibi;
her yerde derin uykusuna dalan yorgun bir sokak kedisi gibi;
saksıdaki toprağın sevgisini idareli kullanıp yıllarca meyve veren anaç acı biber fidesi gibi;
cüzdanda saklanan anne fotoğrafı gibi;
insanın gözlerine mucizevi güzelliği katıveren göz yaşı gibi;
uyku arasında sokaktan gelen klarnet sesi gibi;
kısacık anda hayat kurtaran bir zor soluk gibi;
kapı arasında gelen ani serinlik gibisin sabır!
Sen ancak kalbe doğarsın;
dışarıdan görünmez,
sesini duyurmaz,
hiç kimseden öğrenilemezsin.
İyi ki doğdun kalbime! Çok yaşa!

2 Mayıs 2012 Çarşamba

NE, NE, NE?



Sıradan bir kadın, sıradan bir yatağın icine 155 soru işareti sığdırabilme yetenegine sahiptir. Büyüklü, küçüklü kancaları olan işaretler...Kuaförden başlayarak, bilmem neredeki dağda, nesli tükenmekte olan horoza kadar giden çatallı kaygılar... Cümleler... Aralarda gündelik sıkıntılar, mesleki sıkıntılar, domestik sıkıntılar, duygusal hezeyanlar dalga dalga tabii ki...Bir yatak kaç 'şey' in sorusunu, sorumluluğunu taşıyabilir? Duruma göre değişir...Bir adamdan kalan yanıtsız bir soru, verimli bir zemindir: Havada (boğazda) takılı kalan bu 'yanıtsız soru', bulut olup, yağmur olup yağarak, toprağı verimli bir hale getirir. Artık her korkuya gebe bir arazidir yatak. Ne eksen dikenli ve arsızca büyür, boy verir. Her familyadan bir soru işareti filizlenir... 

İyi bir uyku, bir bardak su, piyano sesiyle süslenen bir kadın sesi ile topraklarınızı yabancı otlardan arındırabilir, yeni bir ürün için hazır hale getirebilirsiniz. (Mümkünse ürün dört mevsim güzel meyveleriyle hayatı hafifletenler familyasından olsun) ... Sakince, kolunuzu-dalınızı kanatmadan oradan çıkınız. Işığınızı takip ediniz; gerekirse ışık siz olunuz. Saklanmayı seçerek çocukluk etmeyiniz. Hava güzel. Sokağa koşunuz......Şimdi hava güneşli; erguvanların pembesinde huzur..
.