29 Ocak 2014 Çarşamba

DELİSİN, DELİSİN!


Çocukluğundan bu yana sokakta yaşayan biri kırkına geldiğinde, kabuslarınızda bile göremeyeceğiniz şeyler görmüş, okumaya bile gücünüzün yetmeyeceği şeyleri yaşayıp çoktan geride bırakmıştır. Özellikle kadınsa... Serap 40 yaşında. Girizgâh sizi şaşırtmasın; acıklı bir hikâye değil bilâkis sıradan bir yaşantıda mutluluk dâhil herşeyi yaşamış bir kadınla tanışacaksınız. 
İster inanın ister inanmayın; annesi becerikli bir hemşîre, babası da alanında ünlü bir cerrahtı. Fakat şöyle bir durum vardı; evli değillerdi. Babasının 2 yıllık bir görev için Konya'ya gelmesi ve yeni hemşîre olmuş gencecik annesinin bu yakışıklı adama aşık olmasıyla çok kişinin hayatı değişti. Zîra babasının Istanbul'da hâli hazırda bir ailesi vardı: sevdiği bir eşi, ikiz kız bebekleri ve bir de oğlu... 
Adam hemşîreyi gördü, beğendi ve seviştiler; sürekli... 2 yıl boyunca... Pek fazla konuşmadan. Adam hemşîreye hiçbir söz vermedi; ama bazı sevişmeler verilen her sözden daha çok şey vaâdetmez miydi?
Neyse... Adam görevi bitince kucağında bir kız bebekle Istanbul'daki evine döndü. Hemşîre gayri meşru çocuk doğurduğu için dayısı tarafından öldürülmüştü. Adam karısına bebeği uzattı, hiçbir şey söylemedi. Böyle durumlarda ne söyleneceğini ancak şairler bilirdi, bu yüzden tüm yükü sessizliğe bırakmak en iyisiydi. İkizler doğduğundan beri iyice sinir sahibi olmuş karısı da öfkesinin yükünü sessizliğe bırakıverdi. Yıllarca evde çocuk seslerini dahī yutan beyaz bir sessizlik hâkimdi. Annesiz bebek giderek büyümekteydi. 5 yaşına gelmiş ve halâ hiç sevilmemişti. Bir isim sahibi bile değildi. Ne korkunç değil mi? Fakat isimsiz çocuk zaten bu hayatın içine doğmuş olduğu için durumunu hiç garipsemedi. Derken doktor beyimize tekrar başka bir şehirden iş geldi. Bu kez 7 senelikti. Karısı 2 yıllık ayrılıktan bir bebekle dönen eşi, 7 yıllık bir iş için yanından ayrıldığı gün, çocuklarını da alarak evi terk etti. İsimsiz kızı da kapısı açık evde eşyalarla bırakarak gitti. Günler geçti. Kız ağlamadan, sessiz evde bekledi. Bu evde zaten hep tek başına değil miydi? Etrafta kendisini görmezden gelen birileri yokken daha iyi hissettiği bile söylenebilirdi.  Sonunda geceyi geçirmek için içeri saklanan birkaç sokak çocuğuyla beraber O da terk etti evi. Çocuklardan biri O'na 'Serap' adını verdi. Soluk yüzü, incecik vücudu ve mırıltılı sesiyle gerçek değil de hayâl gibiydi... 
Sokakta yıllar geçti... Yıllar. Bu yılların içinden sayısız şarkı, korku, açlık ve tokluk geçti. Bizim gibiler için inanılmaz olsa da; bu da hayatı yaşamanın bir biçimiydi. Odasız, soyadsız ve adressiz... Yıllar... Bu yılların içinden tecavüzler, şaraplar, baharlar ve şiirler geçti... Serap giderek güzelleşti. Şarkı söyleyerek yürümeye başladı. Şarkı söyleyerek para kazanmaya; dayak yemeye, giyinmeye, aşık olmaya başladı...
40 yıllık yaşamına 40 kişilik yaşam nasıl da sığmıştı! Kendi kendine değil ama tanıdığı her yeni insanda gördü hayatının tuhaf yanlarını. Tuhaf? Bu bu kelimenin anlamı da zaten çok kalabalık ve bulanıktı...
Ne zaman biriyle içli dışlı olsa, ne zaman perdeler aralanıp derinlerdeki günler su yüzüne çıksa Serap'ın şirâzesi kaydı. Çünkü O'na çok yakından bakan herkes Serap'ın tam bir deli olduğuna karar vererek uzaklaştı. Evet, yaraları ve korkuları vardı; evet, uykularında karanlıklar ve bırakılışlar vardı; evet, beton gibi sessizlikler ve dizkapaklarında kesikler vardı; evet, kimsesizlik kalıntıları ve kaşınan kuyuları vardı... Daha çok, çok ama çok örümcekli odaları vardı, evet... Ama kimin yoktu ki? Herkesin kendi yaşamının akışına yakışan bir travması vardı. İşte bu yüzden Serap'ın yanında güvende hissettiği bir tek insan kaldı: İşte O, deli olmadığının ispatıydı... O'na ismini bahşeden çocukluk arkadaşı Gencer... 
Çünkü hayatınızda sizi deli olmadığınızın ispâtı olacak kadar iyi tanıyan biri olmalı... 


1 yorum:

Sokrates'in Yeğeni dedi ki...

Çok güzel bir yaşamöyküsü. Keşke daha uzun olsaydı. Bloğunuzu ilk görüşüm galiba, güzelmiş.

Selamlar...