30 Nisan 2012 Pazartesi

CEZALISIN KÜÇÜĞÜM


Sevgili insan hayvanı,

sen bu mektubu okurken, büyük ihtimalle ben gitmiş olacağım. Üzgünüm.
Nesillerdir beni saklamak, inkar etmek için yapmadığın şey kalmadı; çok kırgınım.
Gidiyorum.
Ben senin ilkel gerçekliğin, iç güdünüm.
Belki de atalarının atalarından dolaştım da geldim sana; yazık oldu.
Beni yok etmeye başladığından bu yana başına neler geldi farkında değil misin?
Baharlara hapşırarak, bin tane ilaç eşliğinde girer oldun;
çiçek koklayamaz, herhangi bir suya giremez oldun.
Ne zaman doğadan ürküttün bedenini bu kadar, ne ara ? Aşk olsun...
Beni parfümlerle, kimyasallarla değiştirmeye çalıştın, oldu mu?
O parfümü bir sefer sıkıyorsun, kendin bile 2 dakika içinde patlayıp imha olacak gibi reaksiyonlar veriyorsun, yine de vazgeçmiyorsun.
Sahte kokular yayıldıkça, dinler tarihindeki belalar gibi kırılıp geçiyor ortalık:
Kızararak, ellerin titreyerek, burnun kanayarak, karıncalanarak sağa sola koşuşturuyorsun.
Derini pul pul dökerek, tırnak çıkararak, gözeneklerinden kanayarak, sesini kısarak, gözlerin şişerek, kamburlaşarak acılar içinde kıvranıyorsun.

Başın dönüp, miden bulanıyor, ödemlerinle genişliyorsun; bildiğin gebe kalıyorsun sahte bir kokudan arkadaşım.
Yüzüne kezzap atılmış gibi için, için yanmalar;
gözlerin avuçlara akması... Tanrım, bilim kurgu filmi sanki!
O nedir ya? Dur.
Neredeyse koruyucu kremlerle, özel koruyucu kıyafetlerle çıkacaksın sokağa.
Kimyanı bozacak kadar mı çıktın çığrından?
Benden vazgeçtikçe, dökülen derilerinin içinden kemik değil, metal parçaları görünmeye başlayacak. Kendince güzel kokayım diye insanlıktan, hayvanlıktan çıktın.
Ne oldu? Komfor zaafların arttıkça unuttun değil mi soyunu, suyunu, huyunu? Ah, yazık ki ne yazık ...
Senin gözün dönmüş; burada kalıp yok oluşunu izlemeye yüreğim el vermiyor sevgili mahluk; inan bana.
Gözlerimin önünde eriyip gidiyorsun, başka bir 'şey'e dönüşüyorsun. Dayanamıyorum.
Binalarla, para ve hırsla, uydurma bir güzellik algısıyla, batıl inançsızlıklarla incelerek bitiyorsun.
Sesim yok ki karşıma alıp konuşayım seni... Ah, ah...
'Ten kokusunu unuttun, hatırla' diye, leş gibi 'ter kokusu' oldum, koku çığlıklarına boğdum ortalığı; yine
de olmadı; daha çok saldırdın bedenine, evrene...

Gidiyorum, boş ver...
Tamam ya, rahatsız olma sen, cidden...
O oda kokularını, parfümleri, deterjanları filan da iyice sık her yere olur mu? Toprağa, taşa basma; üşütürsün; mazalah incilerin dökülür. Çiçeklere, kedilere ceza ver seni hapşıtıyor diye, tamam mı? Küçüğüm benim. Sindiremeyeceğin şeyler yemeye devam, anlaştık mı? Öyle beslen ki, çişin-kakan deney ortamı gibi koksun, olur mu kuzum? Hıh.
Tamam yeter...Sustum; bahsi bile sevimsiz çünkü...
Gidiyorum, hoşça kal...
Bir kırgınlık nişanesi olarak da, göz dolduran, acı bir ter kokusu bırakıyorum sana ve soysuz soyuna... Hadi bakalım; cayır, cayır genetiği bozuk bir ter kokusuyla baş et şimdi; burnunun direği kırılsın. Kıyamam ben sana (kıydım gitti vallahi). Şimdiden sabır diliyorum...                                                          Hoşça kal.

                                                                                              Kokun...

27 Nisan 2012 Cuma

UÇ, UÇ, UÇ.

Giyinirken dahi boşluklar bırakarak kendine ait bir alan peşine düşen tahammülsüz bir yığın insan...
Kıyafetinin içinde bıraktığı boşluklardan nefes alarak yollara düşüp, bir gün içinde bin tane feleğin çemberinden geçip, evine bırakıyor kendini...
Yatağında yıllarca boşluk...
Bardağının yarısı boş...
Ellerinin içi, dalları boşluklarla dolu...
Yer kaplayan yokluklar, göz yanılması yaratıp içi boş bir varlığa dönüşüyor...
Yer aç.
Boğazının eksiklikle dolmasını göze alarak boşluklarından sıyrıl da gel.
Toplu taşım araçlarında dip dibe yol alan bir sürü boşluk...
İnsana yer bırakmayan yoksunluklar, kağıtların üstüne dökülsün de gitsin başımızdan: Buruşturup atalım geri dönüşüm kutularına; tuvalet kağıdı olarak dönsün evlerimize; kıçımızı silelim.
Boş.
Bombol bir rahatlık:
Zaman aralıklarında, gözlerin arasında, ayak uçlarında, koşar adımlar sırasında, kelimelerin içinde, iki kişi arasında ucu başı görünmeyen mesafeler...
Her uzaklığın kendi içinde gizli bir bağı var: El yordamıyla, göz korkusuyla, özlem soluğuyla o minicik bağa tutunup uçuşmak gerek. Uzaklığın içinden geçip, mesafeyi yenip 'temas etmek' gerek...
Tut ucundan uçurtma kuyruğunun.

25 Nisan 2012 Çarşamba

MUHATAP TEYZE'YE MEKTUP VAR...

Kıvır, kıvır saçlarının arasından, yüksek sesle konuşan bir mahalle klasiğiydin sen Muhatap Teyze.
İtiraf etmeliyim ki çocukluğum boyunca senden hep korktum. 
Şimdi ise çocukluk hikayemin önemli karakterlerinden biri olduğunu fark ettim; gülümseyerek anlattıkça... 
Bu itiraf mektubunu sana bir borç bildim; affına sığınarak...
Durmadan zilini çalıp kaçan bendim. 
Dut ağacına dalan; bahçe kapısını bisiklet kilidiyle sıkı, sıkı kilitleyen de bendim.
Kapınıza 'çöz beni arap saçı' yazan;
dışarıda kalan ayakkabıların teklerini bahçeye gömen;
açık kalan pencerenizi tutkalla yapıştıran bendim.
Tereyağı tenekesini darbuka gibi çalıp gece sizi uyandıran ( uff! en eğlencelisi buydu) ;
çamaşır ipinize mavi erkek donları asan;
ilgisiz bir zamanda 'ramazan geldi, hoşgeldi!' diye sizi sahura uyandıran bendim.
Köpeğiniz Çıngırak'ı eve götürüp,  tam 5 gün güzelce bakarak seni telaşlandıran da bendim:
Acımasızca biliyorum ama sen de o kadar bağırmasaydın el kadar hayvana.
Ezanı kasete kaydedip senin pencerende çalarak kaç kez erken açtırdım orucunu acaba? Günahı boynuma...
(Çocuktum ya, aftan yararlanırım).
....
Özetle hiç pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Çocukluğuma renk kattın, teşekkür ederim. 
Sevgiler...


not: sizden çaldığım bibloyu kızıma hediye ettim.

Tekrar sevgiler...
(Mektubun 'gönderen' kısmına 'Bir Aşığınız' yazıp heyecan katmak istedim; işe yaradı ama değil mi?)

23 Nisan 2012 Pazartesi

GÖZYAŞI ŞİŞESİ


Durmadan, dört mevsim terleyen;
Yerli yersiz gülen;
Peş peşe dört kez gelen; 
İşine tüm elleriyle tutunan;
Saatlerce telefonla konuşan; 
Ölmüşcesine uzakta bir yerde uyuyan;
Televizyonun gözlerinin içine bakakalan;
Hep ama hep yalan söyleyen;
Kendini çok beğenen;
Kendini hiçe sayan;
Yemeklere bolca tuz atan;
İmkansız anlarda dahi alışverişe saran;
Uzun, uzun susan;
Bir filmi 56 kez izleyen;
Uykuda dişlerini gıcırdatan;
Sabah 4'te acıkan;
Bir ağacın altında oturup, öylece duran;
Telefonda biriyle konuşurken karman, çorman karalamalar yapan;
Bitmeyen dırdırıyla insanı öldüren;
Telefonu kapatmadan önce nerden baksan 12 kez 'hoşçakal' dedirten;
Uykusunda soluğu kesilen;
Ağrısı yıllarca dinmeyen;
Aynı şeyden bıkmadan bahseden;
Banyodan bir türlü çıkamayan;
Günde 300 kısa mesaj gönderen;
Peçeteye bile yazı yazan;
Didik, didik temizlik yapan;
Tek oturuşta kilo, kilo dondurma yiyen;
Facebook'ta günde 198 kez durum güncelleyen;
Yediği yemekten, içtiği şaraba kadar herşeyi twitter'da paylaşan;
Olmadık şey için delice kavga çıkaran;
Her fırsatta şarkı söyleyen;
Minicik ağrılarla yataklara düşen;
Bir damla gözyaşı dökmeden, yüzü yollarca çizgiyle dolmuş olan ...
...
birini gördüğünde hatırla:

Herkesin kendine özgü bir ağlama biçimi vardır.



20 Nisan 2012 Cuma

KELİMELER KIYAFETSİZ KALIR YAHU!




Yer değiştirmeyi bilmek gerek arkadaşım...

   Şu yaşıma geldim, ben hala 'şey'lere anlam verebilmek için,
   deli gibi ağrıyan kıçımı kaldırıp, oradan oraya 
   gezeliyorum...Sahiden yahu!


Bu ne alınganlık, bu ne önyargı: Bu denli öngörü neyimize bizim gençler?
İn. san.cık.la.rız. sadece... 

Yok efendim telefonda sesin kötü gelmiş de... Aman da canım hanım, efendiyle konuşmak istemiyormuşum! ('Kim' derseniz, 'ismi lazım değil, bir hanım arkadaş'derim...)Mişmiş, muşmuş...Neden kalabalıkta birden uzaklaşmışım yanından? Ayıptır söylemesi; sadece rahatça osurmak için araya mesafe almıştım oysa. Şimdi nasıl edeyim de anlatayım ben bunu. Gül, gül... Rahatça gül; komik yahu! Yok efendim, neden tam beni öpecekken kaçırmışım dudaklarımı? Ulan ağzım kokuyordu, utandım da çekildim...Nasıl desem? Böyle durumlarda alınganlık yapmayı çok bencilce buluyorum ben ya! Herşey seninle mi ilgili a canım? Bu ne egosantirik haldir, bu ne şüphe duymak kendinden! Yavaş...


Bi' kalk yerinden; bi' derin nefes al; bi' su iç ey insancım ... Görür görmez bir tepki vermek zorunda mısın? Anlam veremediğin için kaç kişi,durum ve an kaçırdın bilir misin? Bilmezsin değil mi lan? Canım benim... Dilerim öğrenirsin...Bana bi' yolluk koyun da kalkayım. Siz devam edin eğlencenize... Şimdi 'oğluna gittik de babası şişirdi kafamızı' dedirtmek istemem size tabii ki... Afiyet olsun size. Ayrıca şu patlıcan salatasından bana ayırmayan şerefsizdir, söyleyeyim... Şaka ediyorum, şaka... Geceniz hayrolsun...... 


Bahçe ışığını kapayın yatarken.... 


Öf! Bi' gidemedim: Bak arkamdan konuşursanız... 

Neyse sizin canınız sağolsun taze kanlar sizi...

   ... 

Hay Allah! Ne diyordum? Hah! 

Gözlerinize müsade edin özetle; her yerden bakın: çok yerden...


18 Nisan 2012 Çarşamba

TEPE TEPE

Benim adım Erkan. 54 Yaşındayım. Bu sürede iki ayrı biçimde, iki hayat yaşadım. Rutin olarak işe gidip gelen bir teknisyendim; yıllarca. Halini sorgulamadığı için halinden memnun olanlardandım. Bir pazartesi, görünmez bir çekiçle yontulur gibi, görünmez bir kaza geçirdim. Artık bacaklarım yok; omurgamda da kalıcı ağrılar var.


Yaşadığım şeyle savaşırken kendmi buluverdim. Gerçekten...


Herşey öyle kendiliğinden, doğallıkla gerçekleşti ki... Oturup bir muhasebe yapmam dahi gerekmeden, sabırla o anı bekleyen 'kendi'mi buldum; kavuştuk. Ne güzel değil mi? Yeni bir hayat gibi...


Tam 22 sene, eve gittiğim haftasonu tatilleri dışında, tek başıma, tekbaşına yükselmiş bir tepede çalıştım. Devasa bir iş makinasını korumak ve denetlemek için görevlendirilmiştim. Bir dalgınlık halindeyken, bedenimin yarısını hapur, hupur öğüten biricik iş arkadaşım, tüm yolların kıvrıldığı bir milat olmuştu; bilmeden: Kendi kendine ve hatta dışarıdan bakıldığında ' yanlışlıkla' olmuş gibi... İnsan bedeninin, ömrününün parçalarını hiç bir neden-sonuç olmaksızın kaybetmiş olabilir miydi ki? Olabilird,i biliyorsunuz değil mi? Hayat... Öf, neyse... Şimdi hiç oralara gitmek istemiyorum; rakı muhabbeti gibi...
Neydi?... Evet... Nedenler, anlamlar, yanıtlar... Hep kendi yarattığımız, yaşattığımız omurgalar...


Fiziksel deformasyonla biçimlenip kendi 'şeklini' bulan karakterlerden biriyim ben...
Her canlı (türler bile) , zamanın içinde, alıp-vererek; çekip-çekiştirilerek bir hale geliyor arkadaşlar... Ben yıllarca sapasağlam fizyolojisi olan bir kabuktum: Suskun ve kıpırtısız sağlam bir beden. Aklımı felçlere uğratan uzun sessizliklerde güvendeydim(!)... Ne zaman ki vücudumun yarısını bir makinaya ( dünyevi yaşama) kaptırdım; işte o zaman aklımla 'tamamlanma' sporuna başladım. Zihin gücüyle yürüyüp yer değiştiren, yol alıp yükseken bir ruh oldum.
Ben bu kazayı geçirmeseydim, bir tepede yaratılmış sahte bir mevcudiyeti sürdürüyor olurdum: Şimdi 3 tane çok okunan romanım, haftalık bir araştırma dergisinde bir köşem, karımla geçen güzel sabahlarım var...
Frida'yı acıyla tamamlayan kaza, Beetoven'ı ses duvarlarından kurtaran sağırlık,
Karanlıkta kalmış Ray Charles gibi...
Ben de... Fizyolojimi tamamlamak için  attığım ilk duygusal-zihinsel adımda , kendimi yeni ve formsuz bir evrende buldum. Özgürlük; şekilsiz ve koşulsuz bir yaratım alanı. Aklım ve ruhum uçuştu dilediğince... Ben, şimdi ben oldum...

16 Nisan 2012 Pazartesi

SUYA 'YAZI' YAZMAK

Ben küçükken balıktım.
Yüzyıllar öncesindeki çocukluğumdan kalan baloncukları özler doku'larım.
Büyüyüp, ellenip ayaklandıkça unuttum nerelerden geldiğimi.
Susadım.
İnsan halimle suya girdiğim an, her hücremle suya karıştım.
Çok susadım; uykulardan uyanıp kana kana içtim, yine de doyamadım.
Toprak tutar, su çeker beni; su besler...
Gözlerim denizle dolmadan soluklanamam ki ben; gerçek olamam.
Parmak kadar bir balık olduğumu her unuttuğumda çirkinleşip, başka bir dünyanın canlısı olurum; zapt et beni su.
Sudan uzak kaldıkça daha çok iş, daha çok para, daha çok tüketim düşünür; doğaya aykırı bir varlığa hatta 'yokluğa' dönüşürüm... Ben sadece insanım (şimdi)...
Susadım: Demek ki bir makinaya kaptırdım elimi...
Diz kapaklarım gıcırdamaya başladı, tevekkeli , iyi susamışım ...
Suya düşüp, öz be öz kendimi bulasım geldi, kapıda...
Bekletmeyeyim...

14 Nisan 2012 Cumartesi

HIÇKIRIKÇILIK



Ben hiç sevmiş miydim siyahı? …
Sevmiş miydim karanlık bir sokağı, yakalanmayı?
Gözümü arkada bırakmayı sevmiş miydim?
Yalan söyleyerek uyumayı; akılda bile yer etmeden, izimi belli etmeden yol olmayı sevmiş miydim?
Hiç ama hiç sevmiş miydim yağmurda bakakalmayı, siyah torbaları?
Geride bıraktığım ‘şey’leri acımasızca çamurlamayı?
Bir adım atabilmek için, ad’ları silmeyi sevdim mi hiç?


Hayır… Olamaz ki… Ben hiçbir zaman o kadar yaralanıp çirkinleşmiş; eksilip kötüleşmiş olamam.. Olmamışımdır… Olsaydım geride bir hasar kalırdı… Bak… Sapasağlamım… Sadece yutkunurken zorlanıyorum… O sayılmaz değil mi? ‘Sayılmaz’  de… … Peki…

12 Nisan 2012 Perşembe

SORU: BEN BU YAŞTAYSAM, HAFIZAM KAÇ YAŞINDA?


Biricikti kişi… 



Hem biricikti, hem değildi. İçine sığmaya çalıştığı beden çatlayarak yok oluyordu uykudeyken. Uzayda can bulan ilk insanın dahi hafızasını taşıdığından, omuzlarında adını koyamadığı bir ağrıyla uyandığı oluyor, neler olduğuna kendi bile anlam veremiyodu. Oysa sabaha kadar hiç çıkmadığı bir ağacın tepesinden düşmüş, hiç tanımadığı insanlar tarafından kovalanmış, hiç görmediği bir ormanda mutluluktan ağlamış, çok tanıdık bir yabancıya özlemle kavuşmuş, hiç tanımadığı biri öldü diye acıya boğulmuştu…



Bir yolculukta sirayet eden 'daha önce buradan geçmiştim' duygusu...
Çocukluktan bu yana tanır gibi iyi bildiğin biriyle, yaşlandığında tanışmalar... Neler neler... Aslında çok şey yaşadık ve unuttuk... Ne zamanlarda, neler yaşadık neler, hatırlasak inanmayız...



Evet biricikti kişi; fakat tüm zamanların, tüm denizlerin, tüm  toprakların insanının ortak bir kalbi vardı; rüyalarda, hatta bazan uyanıkken bile birbirlerine uğrar, yaşadıklarını birbirlerine anımsatırlardı. 
Devasa bir “insan” ın gözle görülemeyen minicik hücrelerinden biri olduğunu kısacık bir an için hatırlayıverirdi insancık; yoksa bu ortak acı, ortak hafıza nereden çıksındı ki? 

11 Nisan 2012 Çarşamba

İKİNCİ SAYFA

Fotoğraf: Hülya Aydın
Öfkeli Uzman Çavuş, Acil'de İçine Kapanık Uzman Doktoru dövdü. Bu esnada kapının önünden geçmekte olan Cilveli Stajyer Hemşire, olanlara şahit oldu. Acemi Çiçeği Burnunda Muhabir, olay anının Çarpıcı Kanlı Görüntülerini elimize ulaştırdı. Birazdan izleyeceğiniz görüntüleri çocuklarınıza izletmemenizi öneririz.
Tedirgin Sabah Saatlerinde, domates dilimlerken parmağını keserek ağır yaralanan Uzman Çavuş, onca heybetine rağmen geçirdiği kazanın basitliği karşısında, elindeki acıyı unutarak, öfke nöbetine girdi. Bir şeylerin ters gittiğini fark ederek ,sakinleştirici iğne vurdurmak için Acil'e gitti. Öfkesini bastırıp derdini anlatamadığından,  giderek, içten içe daha da çok bilendi. Parmağına dikiş atmak için gelen İçine Kapanık Uzman Doktor, manzara karşısında dehşete düştü. Kafası karıştı. Aklının içinden 'dehşet, dehşet,dehşet...' kelimeleri geçiyordu. Bir müddet sonra 'dehşet' kelimesine yabancılaştı. 'Dehşet' , basbayağı bir erkek ismi olabilirdi. 'Dehşeeeet! Dehşetttt!, gel oğlum hava karardı.' diye cümle içinde kullanarak, kelimeyi iyice hazmetti. Bu sırada Öfkeli Uzman Çavuş, sabrının sonundaydı. Tam bir nefes aralığında İçine Kapanık Uzman doktorun elini sıkarak, 'ihtiyacım olan parmağımın tedavisi değil, sinir krizi geçiriyorum. Yalvarırım bana sakinleştirici bir şeyler verin.' diyecekken; tokalaşmakta olduğu doktorun elini , köpek hırlamasına benzer bir sesle ve kırarcasına sıktığını fark etti. Artık çok geçti. Bu adamı öldürürcesine dövecekti. İşte görüntüler sayın seyirciler...

9 Nisan 2012 Pazartesi

SEVİYORUM ONU

Fotoğraf: Cem Baza

Ben emlakçı dahi değilim efendim. Bir gün bizim Hamit ' in  dükkanına uğradım; çay içmek için; rica etti, 'telaşem var, evi gösteriver hanıma?' Ben de 'olur' , dedim.  İşte dostum, bu 'olur'la hiç tanımadığım bir kadını; ev, ev; oda, oda görmeye başladım... İlk evde telefondan gelen bir sesle canı acıdı, gördüm. İkinci evde çocukluğuna kaçtı, gördüm...
Sanki ev değil de; kendini, olduğu haliyle, geri kalan herşeyi kazıyıp kendi gerçeğiyle bırakabileceği kozasını arıyordu...

Konduğumuz her evde daha iyi anladım onu; daha çok sevdim... Evet, o kadını seviyorum: Belki şimdi daha çok. Birlikte gittiğimiz her yeni evde, kendimi de çizdim yeni resmine...
Bakın ne anlatacağım size; bu kadın evlerden birinde, cam kırıklarıyla yapılmış bir masa gördü; banyoda duruyor böyle, renkli. Sen git, cam kırığı gibi kesici bir zararlıyla, şekerin ortak noktasını bul arkadaş ya! İnsan bu kadar mı tatlı olur! Hm. Neyse... Ne diyordum? Evler...
Bahar başlıyor, erguvanlar uyandı. Her yer erguvan, gösterdiğim evin yanında yamacında bir dal bile yok. Ne çorak yermiş arkadaş, kadın haklı  beriki evi tutmamakta...
Evlerden en uzağında; son evde ... çıkardı ayakkabılarını; şıp, şıp yalın ayak gezdi, çocuk gibi... Yanlışlıkla girdiği hayatımdan, yalın ayak gitti... Çocuk işte; seviyorum onu. Sorduğuna pişman oldun değil mi? N'apayım? Eşimde, dostumda eskittim bu hikayeyi. Ancak durakta, meyhanede, denk gelirse kahvede;yabancılara anlatabiliyorum artık. Yaşamaya doyamadığım gibi anlatmaya da doyamıyorum. İçimde kalan birşeyler var... Bilmem. Belki bu kadar yaşanıp, ömür boyu özlenmesi gereken bir aşktık... Birbirimizin karşısına bir nedenle çıktık. Neyse ne... İyi ki karşılaştık...









6 Nisan 2012 Cuma

ARAMIZA 'BAŞLIK' BİLE GİRMESİN; KAPISIZ YAZI

Hayatla temasımı kesen herşey azaltıyor beni... Kıyafetler, ayakkabılar, kulaklıklar, eldivenler, perdeler... Sanki doğadan saklanıp, küçücük  ve kapalı bir gezegende korumaya alıyoruz kendimizi... Hep öğretilmiş, zararlı şeyler bunlar bence... Yalın ayak yürümenin şeffaflığı ve gerçekliği unutuldu mu? İnsan onca nesnenin içindeyken kolaylıkla yalan söyleyebilir; çıplakken öyle mi? Hiç sanmıyorum. Önemli meseleler çıplakken konuşulmalı bence; en azından çıplak ayak. Müsadenizle evde yalın ayak dolaşmak istiyorum.
...
Gidelim... Ayaklarımla yer arasında çok şey var... Şık bir zemin yapalım derken, evin tüm duygusunu örten, suni bir malzemeyle sımsıkı kaplamışlar her yeri. Yazık... Bu evi sevmiştim... Bakın, çıplak ayakla bile dokunamıyorum zemine; evin tenine yıllarca  uzağım hala. Elime bir balta alıp parçalasam yerleri, elleri fışkırıp sokağa kaçacak sanki. Yüklü bu ev, yüklü... Herşeye gebe bir saklılık. Gidelim... Dokunduğumda bana dokunan bir yer bulun bana... Yordum sizi yine, bağışlayın. Ayakkabılarımı uzatabilir misiniz size zahmet? Bir adım daha atamayacağım. Ayaklarımla duyuyorum çığlıklarını, kılırtılarını, özgürgürlük şarkılarını evin... Teşekkür ederim, hazırım. Çıkabiliriz...

4 Nisan 2012 Çarşamba

SU

Tasarımın kutsal bir sanat olduğuna inanırım ben; kalben. Düşünsenize; renkler, dokular, hikayeler ve çiçekler... Bu evde bir mimar filan mı oturuyordu? Herşey el yapımı ve özel tasarım... Banyoda renkli cam parçalarından yapılmış bir masa var; muhteşem... Cam parçaları, renkli şekerler gibi tatlarını havaya salıyor... Damakta bir güzel tatla, banyo yaparak uyanmak... Güzel gibi, ne dersiniz? Yalnız şöyle bir durum var beyefendi; ben küçücük banyolu evimde bile sudan kopup, çıkamıyorum banyodan. Suya doymam ben, suyu vücudumla içerim kana kana. Balıktım yakın bir tarihte sanırım, artık her neredeyse... En iyisi ben, "banyoda 56 saat ne yapılır? " filan gibi dandik kadın dergisi test başlığı yaratmayayım. Bu banyoda kendimi kaybeder, bulut olurum. Yağar, geri gelir, birkaç eş-dostu ziyaret eder, yine bulut olurum... Ben, şeker tadında bir odada ömrümü geçirebilirim... Başka bir ev için tehlefon bekliyorum sizden... Çıkın siz, biraz yalnız kalmak istiyorum burada. Beş dakika sonra anahtarı bırakırım ofisinize...

2 Nisan 2012 Pazartesi

BALIK İLE ERGUVAN BİR GÜN...

Uyandım.
sabaha kadar yıldıza kurulu mavi bir salıncakta sallandım. şeffaftım, ılık. uyanıp biraz da tavanda uzandım, saatin müziğiyle büyüyüp sokağa baktım. kedinin kuyruğuna tutunup uçuştum: Sadece 7 dakikalığına balondum. Sönerek ağaca kondum: bir bebeğin parmağı kadar minik bir insandım. Haftalarca yürüyüp toprağa atladım. Karıncaların kapısını çaldım. Bütün koreografiyi alt, üst ettim diye fırça yedim; bir yaprak taşıyarak kendimi affettirdim. Artık küçük bir su birikintisinde soluklanan balıktım... Erguvan kokusuna kapıldım; ağacın yapragına damladım...Ah! Kokusu burnumda kaldı. Bahar kokusuna uyandım. Özür dilerim ama böyle güzel mevsimde erguvandan habersiz bir ev? Geçmiş ve ayrılık kokan... Gözyaşı yerine erguvan koksun isterim evim... Bu ev beni yordu... Bana bu evi göstermemiş olun, lütfen... Başka bir ev için görüşelim; ben hemen sokağa koşup, bulutları izlemek istiyorum. Görüşmek üzere...