30 Nisan 2014 Çarşamba

HALVET'İN GÖZLERİ



-Bir tek çekirdeğe bakarak, çekirdeğin mahsülünü, ayını, nereden , hangi şehirden çıktığını, mevsimini, piyasaya erken ya da geç düştüğünü bilen bi yaşlı kadın Halvet Hanım... Sen hiç gördün mü bilmem, koca burnuna,  yaşına rağmen alımlı bir hanımdır. 
Fıstık ağaçlarının altında koşturarak büyümüş. Neşeli, 'fıstık' kelimesinin kendisi gibi narin bir genç kızmış. Anlatmayı da pek sever, fotografları göstere göstere böyle... Bir erkek kardeşi var, Fahri. Güleç bir adam. 
Keçilerin ortasında dans eden çocuk bi çobanmış O da. Güzel, değişik bi hayat değil mi? Bir gün, işte bu Fahri 7-8 yaşlarındayken ağlayarak gelmiş 'götümü kaz ısırdı, götümü kaz ısırdı.' diye... Halvet bunu anlatmayı bir sever ki sorma. 'Götünü kaz ısırmak' ne ayol?! Kazın birsürü dişi olduğunu 31 yaşımda öğrendim ben, o da tesadüfen. 
Halvet anlattıkça özenirdim, ne güzel çocukluk geçirmiş diye... Ceviz ağaçlarının altında , bağda bahçede uyur, ne rüyalar görürlermiş ne rüyalar. Tabi... Ceviz yapraklarının tatlı zehri kafayı bulandırır, rüyaları akıllandırırmış... Bir de şeyi anlatırdı sürekli; hıh! Mezarlığın pembe ve beyaz çiçeklerini toplayıp araba yolunda satarlarmış küçük kızken. Ne tatlı değil mi? 
Kediyle kirpinin arkadaş olduğu ağaç gölgelerinde geçen harika bir çocukluk! Sonra okumaya gelmiş buraya, kalmış. 
29 yaşındaymış, bir adama aşık olmuş; pis niyetli adam kızcağızı  şaşırtmış... Hayâlini kırmış anlayacağın işte canım... Hâl böyle olunca başka bi 'kadınlık' gelmiş genç kız Halvet'e... Neyse, canı çok sıkılmış, bi müddet oralarda takılıp kalmış. Kırgınlıkta, yalanda, gerçekte, inançlarda falan...  İşte balkonda EsenGül dinlemeler, çay içmeler, permalı-kuş yuvalı- meçli saçlar, sigaralar derken birkaç yıl gözleri dalmış. Bu yıllarda kadın çekirdeğe dadanmış. ... A! A! Bildiğin dedikodu yaptım ayol! Allah affetsin... Sadece geçenlerde "Hediye'nin kızının düğününde gördüm Hâlvet Hanım'ı." deyip geçecektim... 
Kız, bana açık bi çay getir Özlem. Koskoca kadınım, ne diye gıkını çıkarmadan dinliyorsun hadsiz! İnsan bi uyarır, kaş göz eder, 'dedikodu' yapma der ayıp, ayıp! Kalk. Çay isteyeli yıl oldu.
-Tamam. 



23 Nisan 2014 Çarşamba

BÜTÜN KIZLAR ÇİÇEKTİR



Toprağın içine düştü bir tohum... Şeftali kokulu bir avuçla, karpuz renginde bir el birbirine sımsıkı tutunup cansuyunu bıraktı toprağa. Şeftali gibi yumuşak anne, karpuz gibi kuvvetli baba;
güneşinden çekilerek, 
gölgeleriyle koruyarak, 
sevgiyle sulayarak başını beklediler tohumun... 
Çay rengi bir bahar sabahı başını çıkardı topraktan çiçek; 
pembe ve gülümseyerek...
Renklenip kuvvetlenerek büyüdü. Tüm zaman dilimleri incelip karıştı toprağına; 
ara sıra yaprak dökerek,
kalbini kıran yağmuru severek,
yeniden tomurcuk vererek,
böceklerle arkadaşlık, karıncalarla komşuluk ederek, 
rüzgârla boynu bükülerek büyüdü:
İlk yağmurun adı Mehmet'se, başka bi yağmurun adı Burak;
komşu karıncanın adı Ayşe'yse ,
böcek arkadaşın adı Duygu,
toprağın adı evse; hayatının yağmurundan sonra doğan gökkuşağı tatlı bi bebek;
dolunay aşkların en güzeliyse  güneşin adı da gülümseme...

Neyse... 
Güzelleşerek, kuvvetlenerek ve kendinden başlayarak herşeyi severek büyüdü herkesin gözünün önünde... çiçek... 



16 Nisan 2014 Çarşamba

BUGÜN GÜNLERDEN SADECE SALI


7 yaşında bir oğlan çocuğuysanız babaannenizin çekmecesinde duran bir anahtar sizin için bitmeyen bir dondurma değerindedir... Patlamayan bir top, karanlık bir odaya giren gizli bir tünel, sadece sizin bildiğiniz hatta uydurduğunuz harika bi küfür, macera dolu bir yaz tatili neyse, sizin için çekmecede duran anahtar da O'dur ve tabii ki gizlice O'nu ele geçirmek de sabırla baş koyduğunuz yoldur...
Barış haftalarca süren çeşitli denemeler sonucunda anahtara bu sabah kavuştu! Heyecandan gelen çişini zar zor tuttu. Zîra bu kavuşma hiç de kolay yoldan olmamıştı. İlkin babaannesi kapıda komşuyla konuşurken çekmeceye ulaşmak için koyduğu taburenin ayağı kırıldı, sonra babaannesi sabah namazı kılarken sessizce salona girdi ve koltukta kıpırdayan bişey görür gibi olup korktu, sonra banaanesinin uyumasını beklediği bir gece eşikte uyuyakaldı, sonra ? Ne olmuştu ya?!... Kaç defa deneyip başarısız olduğunu kendi bile unuttu... 
Bu sabah nihayet uzun süre sonra ilk kez gelen halasının gevezeliği sayesinde, kalbinde çalan neşeli müzik eşliğinde, sapa sağlam bir taburenin ve onlarca balonun üstünde anahtara kavuştu. Fakat önemli bir ayrıntıyı unutmuştu: bu anahtar hangi kapıyı vuran kurşundu? Evet, kurşun. Beğenemediniz mi? Macera diyoruz, bişey diyoruz burda... Alla alllaa... Öyle kapı açıp girecek değil ya Barış içeriye; kurşunla, omuz atarak filân girecek. Derken mucizevî birşey oldu. Elinde sım sıkı tuttuğu anahtar ışıldadı ve Barış birşey fark etti: Babaannesi (hep babaanne dediği için kadının adını bilmiyor ve sormaya da çekiniyor kusura bakmayın), efendim banaannesi ne zaman diyeceği şeyi unutsa duvardaki balerin resmine bakıyor ve lâfını hatırlıyor... Hım! Bakalım o resimde neler oluyor? Barış anahtarıyla ve sadece kendine görünen atıyla resme doğru yaklaştı ve evet! İşte anahtar deliği! Şimdi sıra geceyi bekleyip içeri girmekte!...
Babaannesi uyuyana kadar 9 kez çiş yaptı Barış; 7 kez çişi geldi sandı, 18 kez ayağını yere vurdu, 21 saniye nefesini tuttu, buzdolabını 4 kez açıp kapadı, sadece kendine görünen 11 kızılderili arkadaşına bir takım gerçekleri açıkladı; işte bulutların aslında sütten yapıldığı, efendime söyleyim, kedilerin rüyalarda buluşup erkek çocuklar için haince planlar yaptığı gibi su götürmez gerçekleri... Derken sonunda babaannesi uykuya daldı. Anında sincaplar davul çalmaya, tekerlekler yuvarlanmaya ve en güzeli de evin içine yağmur yağmaya başladı. Atına atlayıp salonun öbür köşesine gitti Barış, kızılderili arkadaşlarını geride bıraktı. Çünkü o bir kahramandı ve dostlarını tehlikeye atamazdı. Anahtarı deliğe sokmadan başını çevirip sevdiği kıza baktı. Ne var? Evet, odanın içindeki balkonda fırfırlı elbisesi uçuşan kıvırcık saçlı bir kız vardı, Barış'a öpücük attı. Aşkın verdiği benzersiz cesaretle anahtarı deliğe sokup çevirdi Barış... Küçük bir hortum evin içinde gezinip pencerelerden birinden kaçtı. Resmin içindeki kapı açıldı...
Yavaşça,
odayı turuncuya ve pembeye boyayarak,
çanları çalarak,
sesleri yutarak açıldı... 
Tüm zamanlarda tüm şehirlerde aynı anda güneş batmış olmalı ki turuncuya boyandı heryer... Serin, tatlı ve uykulu bi turuncu...
Barış içeri girdi; gördüğü yer bir odadan çok sanki tanıdık bir şehirdi... Yo, hayır, daha çok birinin hafızasından silinmekte olan bir kasaba gibi ... Evet... Bir görünüp bir kaybolan duvarlar, değişen ve yok olan renkler, salıncak sesleri, açık kalmış kapılar ve yüzünü bir türlü göremediğiniz koşan bir çocuk. A! Barış 2 yaşındayken giden annesi ve babası! 'Hey! Anne?!... Baba!...' ... Bakmıyorlar. Barış'ın sesi ağzından çıktığı an küçük kuşlara dönüşüyor çünkü. Bir evde günlerden sadece Salı'ydı... Ne tuhaf bir yer! 
Pembe leylekler ve incecik bacaklı develer; zaman uyuyakaldığı için asırlardır parkta oynayan çocuklar, bulaşık yıkayan kadınlar (yazık, sonsuzluğa böyle yakalanmışlar), gözgöze gülümseyen aşıklar, çay karıştıran kaşıklar, durmadan çalan şarkılar, yuvarlanan mandalinalar ve uçan balonlar...
'Keşke fotograf makinası getirseydim, bunların hepsini gördüğümü beni bekleyen sevdiğime ispat ederdim! Olsun, inanır O bana, ne de olsa deli gibi aşığız birbirimize...'
Babaannesinin ve dedesinin gençliği hızlı hızlı yürüdü yokuşun başından, 
bir portakalın bebekliği uyandı uykusundan, a! O da ne bir yılan başka bir yılana yaklaştı arkasından, bir gemi denizin ortasında kurtuldu yolcularından. 'Anne! Baba! Burdayım!' ... Barışın annesi ve babası kayboldu suyun dalgasından...
Üzücü bir yer olmaya başladı burası...
Ama tabii ki Barış dipteki mavi evi kurcalamadan buradan çıkmayacaktı...
Koşarak bahçeye yaklaştı, evin penceresinden içeri baktı, küçük kızlarıyla resim yapan bir kadın Barış'a kapıyı açtı: 'Tatlım, hoş geldin.'
Barış neler olduğunu anlayamadı; bu kadın barışı gören ilk varlıktı. Bir köpek barışın ayağına bastı. Kadın Barış'ı kucağına aldı: 'Korkma. Benim Servet.' Barış yabancı gibi baktı. Kadın gülümsedi:'Babaannenim senin canım, gençliğiyim daha doğrusu.' Barış'ın kafası karıştı; demek ki adı Servet'ti ve demek ki eskiden memeleri dimdikti! Kadın Barış'a sımsıkı sarıldı: 'Tatlı kuzucuk, burası benim yavaş yavaş yitirdiğim hafızam... Her şeyi unutmaya başladım, bana birşey olursa şimdi misafir odasında uyuyan halanla kalacaksın ve inan bana sen hep mutlu bir çocuk olacaksın.'
Barış biraz üzüntü ve biraz sevinçle yere bastı. Gözleri Barış'tan habersiz ağlamıştı çünkü kahramanlar kız gibi ağlamazdı. Koşarak girdiği kapıyı bulup soluklandı. Kızılderili arkadaşlarının ve sevdiği kızın karşısına çıkmadan evvel toparlanmalıydı. Kapıyı açtı, tam geri kapatırken anahtar yine ışıldadı ve Barış'ın aklına yine bişey geldi: Kapıyı açık bırakacaktı ve babaannesine, pardon Servet Babaannesi'ne (pardon yani adını biliyo artık herhalde) herşeyi hatırlatacaktı! Bu ne harika bir akıldı! Barış kendisine hayran kaldı; tam o sırada hafıza kasabasında bir amca eskiciden sarı bir radyo satın aldı. 
Barış salona döndüğünde yorgun argın ve birazcık da yaşlıydı. Evet, komik mi? İnsan kaç yaşında olursa olsun bunca yorulunca ihtiyarlamaz mı? Neyse...
Arkadaşları, sevdiği kız ve anahtarıyla odasına yol aldı. Vakit neredeyse sabahtı, hayat barış için de Servet için de artık yeni bir kasabaydı... 




2 Nisan 2014 Çarşamba

BİLDİK BİRİ



Korkunç, kapkaranlık ve is kokulu bir geceydi. İri yarı bir adamın kendinden de iri yarı gölgesi sokaklardan, evlerden, çöplüklerden, yerlerdeki kusmuklardan ve uyuyan balkonlardan hızla geçti. Öfkeden gözü dönmüş bu adam, çok değil yarım saat kadar önce kendinden 23 yaş küçük eşini, 2 çocuğunun gözleri önünde döverek öldürüp evi terk eden pis bir katildi. Yeryüzündeki tüm kadınlara bağırsa, hepsini dövüp öldürse kendine gelemeyecek kadar özgüvensiz bir ezikti. Neden mi? Çünkü genç ve güzel eşi bu sabah giriş kattaki yakışıklı öğrenciye 'günaydın' deyip gülümsedi. İstanbul için ve hattâ dünya için korkunç bir lânetin tohumu, bir 'günaydın'la uyanan öfkeydi! 
Adam hayvansı sesler çıkararak, kıllanıp kamburlaşarak sokak sokak, cinnet cinnet gezdi. Gezerken milyonlarca karınca, sayısız yıldız ve birkaç tane de yaprak ezdi. Tanrım bu adam eşi benzeri görülmemiş bir leşti! Sonunda küçük ve pembe bir hıçkırık sesi işitti. Câni yaratık, şekerli hıçkırıkları takip ederek ağlayan küçük kızı bulabildi. Döverek ve söverek, kıza tecavüz etti. ...
...
...
Gitti...
Küçük kızı baygın hâlde bulan bir trans, ağlama krizine girdi. Mahalleli kız kendine gelene kadar nöbette bekledi. Nihâyet bir geceyarısı, hantal ve babacan bir kahvecinin nöbetine uyandı kız. Günler sonra; gülüşlerden, çaylardan, üzüntülerden ve artık başka bir hayatta kalmış çocukluktan sonra uyandı. Herkes o korkunç geceyi unutturmak için gerçekten çabaladı: Kız onca sevecen ilginin ortasındayken, neredeyse saldırının başına gelen en iyi şey olduğuna inandı. Okul vakti geldi çattı. Kız tam okul kıyafetini giyecekti ki ne kadar şişmanladığını anladı. Anası babası olmayan, büyük amcasının evinde besleme gibi yaşayan kızın hamile kaldığını yine hayatını kurtaran trans anladı. Ya... Kız karnında 4,5 aylık bir bebeği olduğunu öğrenince heyecan, korku, ölmek ve daha çok yaşamak istediği içinde bakakaldı. Derken haftalar, aylar böyle yaşandı ve kızımız bir gece sancılar içinde mahallenin ünlü kürtajcısının kapısına dayandı. Leş gibi bir odada, mikropların şarkı söylediği bir yatağın ucunda dünyaya gelen bebek, bir oğlandı. 
Kızcağız oğlanı bir türlü sevemediği için, sabî elden ele dolandı. 
Kim ne yaparsa yapsın, öyle pis bir gecenin hatırası olan bir ruhtan temiz bir insan çıkamazdı... Zaten çıkmadı. 
Çocukluğu iğneli külahlar atarak, kapıları silikon tabancayla sıkıca kapatarak, arkadaşlarını eşek şakalarıyla sakatlayarak geçti muzip bebenin. Hattâ korkuttuğu kızlardan birinin dili bi süre için tutuldu, sonra kekeme kaldı bi kız!
Büyüdü; suçları da kendiyle büyüdü. (Kötücül yanına ilişik duran sempatik hâlinin tek sebebi masum annesiydi.)
Bu oğlan insanların duygusal ve fiziksel olarak en yorgun, en zayıf anını kollayan; savunmasız yakaladığı herkese saldıran biri oldu. Toplum zararlısı; insanda işitme, konuşma kaybına neden olan; insanı elden ayaktan düşüren lânet bir pislik.  En güzel anda, şöyle hoş bi bahçede muhabbeti güzelleştiren bir esintide; en sevdiğiniz ince blûzunuzu giydiğinizde; keyfinize baktığınız için uykusuz kaldığınız bir gecede insanı taciz eden bir gıcık oldu. 
Aslında O'nu hepiniz tanıyorsunuz. Hepinize, hepimize mutlaka zararı dokunmuştur. Minübüste, sinemada, uçakta, okulda ... heryerde adamları olan, eli uzun bir manyak! 
Hatırladınız mı? O'nun adı Grip. O bir piç. O bir Iago! Sinsi. Iago ve tarihin tüm piçlerinden farkı, ince dudaklarının, kemikli yüzünün ve tıslayan 's' harflerinin yanı sıra neşeli kepçe kulaklarının da olması ve tabii diğer ünlü piçlerde olan derinlikli karizmadan yoksun olması. Piç!
Piç derken, babası belirsiz gayri meşrû sabîleri değil; tehlikeli, ibne ruhlu zararlıları;
ibne ruhlu derken cinsel tercihine sonsuz saygı duyduğumuz escinselleri değil, ibne'yi küfür haline getiren zehirli insanları kastediyorum.
Anlatabildim mi?
O'ndan uzak durun. Grip'i gördüğünüz yerde ağzını kırın çünkü o iflah olmaz bir psikopat. Siz kendinize göre savunma yöntemleri geliştirdikçte güçlenip, yeni bir kılıkta yine çıkar karşınıza. Yere tükürür, ter kokar, omuz atar, yüzünüze güler, arkanızdan atar. Basit bir zarar vermiş gibi kıyın kıyın hayatınıza çelme takar. Mal! Pis! Git...