Hamdi ile Çetin'in hikâyesi bundan 17 yıl önce başladı... Çetin, Istanbul'un bir Roman mahâllesinin çocuğu. Bu mahâlle de kavganın, müziğin, cinâyetin, fuhuşun, soygunun ve uyuşturucun merkezi. Şimdi böyle kelimeler kullandım diye aklınıza çirkin ve karanlık bir tehlike dünyası gelmesin lütfen. Roman mahallesi sadece onları yargılayan herkesin gizlice yaptığı şeylerin açık açık ve doğallıkla yaşandığı bir yer çünkü.
Kendi düzeninde akıp giden bu renkli hayatın bir sokağında başladı ikisinin hikâyesi. Burada bazı rutinler vardı: meselâ mahâlleye sık sık giriş yapan kamyonetlerin kasası uygun bir yerde açılır, mahallelinin deyimiyle 'patlatılan' mal paylaşılırdı. Bir gün, Henüz 13 yaşındaki Çetin'e bu mal paylaşımında sahipsiz küçük bir oğlan çocuğu denk geldi. Evet...
Kasa açılıp da herkes eline geleni kaparken Çetin O'nunla göz göze geldi. Küçücük ve kimsesiz vücudunun içinden bakan harika ve korkulu gözler. Ve işte her şey o anda başladı. Hemen kamyonete tırmanıp çocuğu kaptığı gibi koşmaya başladı Çetin. Annesi ve 6 kardeşi ilk başta itiraz etse de, babasız kalmış bu ailede söz geçirmesi zor olmadı Çetin'in. Çocuğa 'Hamdi' adını koydular. Elbette zamanla kimseye yük olmaması için eve para getirmesi gerekecekti. Bunu adı gibi bilen Çetin, Hamdi'ye bir meslek öğretmeye karar verdi. Kendisi her çalgıyı çocukluğundan beri şıkır şıkır çalan eşsiz bir çingene müzisyendi şimdiden. Fakat Hamdi'nin bırakın çalgı çalmayı, çalgıyı elinde tutmaya bile kabiliyeti yoktu. Hâl böyle olunca Çetin, Hamdi'yi 'oynatmaya' karar verdi. Evet, dans etmek yani. Çetin çaldı Hamdi oynadı. Çetin çaldı, Hamdi oynadı. Çalıp oynayarak birlikte büyüdüler. Sokaklardan, evlerden, düğünlerden, karakollardan geçtiler. Dayak yediler, para kazandılar, karın doyurdular ama en önemlisi çok, öyle böyle değil çok eğlendiler. Birbirlerini çok sevdiler... Hamdi hayatı boyunca hiç konuşmadı ve konuşamayacak. Dinlemeyi çok iyi bilen, duyan, müzik kulağı sağlam olan bu genç adam; suskunluğuyla bilgeleşti anlayacağınız. Suskunluğuyla harika bir dost ve herkesin kalbini fetheden bir sokak çengisi oldu... Bal yemeyi severdi. Çetin bir gün bal kovanlarıyla dolu bir depoyu soyup Hamdi'ye ömrünün en tatlı sabahlarından birini yaşattı hattâ...
Hamdi defâlarca ölümden döndü. Konuşamadığı için, herkesten farklı olduğu için, masum ve bilge olduğu için sürekli dayak yedi. Çetin'in O'nu koruyamadığı çok oldu; herkesin gücü bir yere kadardı çünkü... Defalarca ölümden döndü Hamdi. Her seferinde; her dönüş seferinde eziyet çekerek yoruldu. Fakat hayata dönmek harika bir şey olduğu için artık eskisi gibi bu 'yok oluştan kurtulma' yolculuğundan eskisi kadar korkmaz oldu. Döndüğü hayat ne olursa olsun öyle güzeldi ki, bu güzelliğe ulaşan yolları kat etmek Hamdi için bir şerefti...Hem ne de olsa onca eziyet, eşikler atlamasına ve şâhâne bir ruha sahip olmasına vesile oldu...
Herkes kendi evinden bakar hayata. Hamdi'nin ruhu güzel bir evdi. Çok şey gördü geçirdi.
Bir sabah uyandığında gerçeği kendine itiraf etti: Çetin en yakın dostu olsa da aralarındaki büyük fark hayatı ikisine de hep zehir edecekti. Hamdi insan değildi; bir bozayı daha ne kadar insanmış gibi yaşayabilirdi? Aradan geçen 17 yıl Çetin için de Hamdi için de kimseye nasip olmayacak bir masal gibiydi. Fakat Hamdi hep homurdanarak toprakta yuvarlanmayı, kendi gibi bir bozayıyla boğuşmayı, çiftleşmeyi, ayılarla ölmeyi özleyecekti. Bir şeyi hiç yaşamamış olmanız o şeyi özlemeyeceğiniz anlamına gelmezdi. Bu özlem bir içgüdü; karşı konulamaz bir istekti. Düşledi: yola çıkıp özünü bulacak ya da yolda ölecekti. Olsun zaten ait olmadığı bir yerde yaşamak ölümden daha çetrefilli bir şeydi.
Ömründe ilk ve ömründe son kez ve çok zorlanarak konuştu! Çünkü Çetin bu son sözü hak edecek kadar iyi biriydi. "Bi düş alıp çıkıyorum"....
Çıkıp gitti. Çetin hiç ses etmedi. Hamdi'nin iyi ya da kötü haberi de hiç gelmedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder