13 çocuklu bir aileye doğmuşsanız, yaşadığınız coğrafyadan tutun da yediğiniz yemeğe kadar her şeyinize çoktan karışmış bir rekabetin içine doğmuşsunız demektir.
Saadet bu ailenin 14. çocuğu ve 8. kızı. Evet, bir çatının altında bu kadar kalabalık bir hikâye olunca rakamlar isimlerden, gölgelerden, özlemlerden ve gelecekten daha önemli oluverir...
Tam 14 çocuk doğurmuş bir anne ve 14 çocuğun karnını doyuran bir baba, ilk kez ebevyn olduklarında nasıl küçük birer çocuklarsa hâla öyle çocuk kalmışlar, hayat bu ya...
Biri on birinde diğeri on üçündeyken,
sokakta ip atlayıp top oynarken,
gece yataklarına işerken,
salçalı ekmek en sevdikleri yemekken,
bilyeler ve bez bebekler en kıymetli hazîneleriyken,
okumayı yazmayı yeni sökmüşken,
hiç büyümeden evlendirilmişler...
Birlikte ip atlayıp top oynamaya devam ederken,
geceleri birbirlerinin üstüne işerken,
abur cubur yemekten vazgeçmeden,
doğan çocuklarıyla;
doğan çocuklarıyla;
bilyelerle ve bez bebeklerle oynamaya,
masallar okuyup günlükler yazmaya,
piknikler yapıp birbirlerini saklambaçta sobelemeye devam etmişler...
Şükürler olsun ki birbirlerini çok sevmişler...
Çocukları büyürken onlar çocuk kalmayı sürdürmüş; yaşamanın başka bir yolunu bilmediklerinden.
Yaşamanın, gülmenin, kızmanın, uyumanın başka bir biçimini görmediklerinden...
Yaşı gelen çocuklarını da kendileri gibi birer evcilik oyununa gönderivermişler. Ne yazık ki bir çoğu kendileri gibi şanslı olmadığından, çocuksu çiftimizin çikolatan yapılma evlerine kötü haberler gelmiş:
Kızlardan biri doğumda, diğeri dayaktan veda etmiş hayata... Oğlanlardan biri hiç hazır olmadığı yüklerin altına sürüldüğü için kendini asmış, ortancası da bir daha kimseyle konuşmamacasına ağzını bantlamış. Yüksek sesli gülüşü nedeniyle 'şıkırtı' lakabını taktıları kızları, yaşlı kocasından kaçıp defalarca baba evine sığınmış fakat her seferinde olduğu gibi yine tüfek zoruyla kocasına götürülürken aklı sıçramış... Bizim masum neşeli çiftimiz ne yapmış? Ahırlarına tavandan bir bez sarkıtıp mum ışığında gölgeler canlandırmış. Bu gölgelerle çocuklarıyla konuşur gibi konuşarak, acılarına oyunsu bir dua katmış... Evlerinde bir tek çocuk Saadet kalmış. Çiftimiz bir akşam yerdeki tepside yemek yerken önemli bir karar almış: Saadet kendi masalını kendi yazmalıymış. Saçları iki yandan örgülü küçük kıza sormuşlar: 'Ne yapmak istersin küçüğüm? Nerede, nasıl yaşamak istersin? Dile bu iki çocuktan ne dilersen...'
Çocuk verecek cevap bulamamış; bırakın bir hayâli olmasını, bu sorunun kendisi bile akıl almaz bir muammaymış... Çocuk biraz zaman istemiş yaşlı anne babasından. 'Sizden ilk isteğim hayâlimi kurabilmem için derme çatma bir zaman ve iki tekerlekli bir uyku vermeniz...'
Küçük kızı haberci uykusuna gönderen bir ninni söylerek uyutmuşlar. Uyandığında 'Dans etmek istiyorum!' demiş kız. 'Ölene kadar dans etmek istiyorum.'
Rüyasında tülleri, pulları, şarkıları ve bulutları görmüş kız. Tüllere ve müzikli ellere hangi kız hayır diyebilir ki? Hayâlini bulmuş işte. Şimdi sıra gerçekleştirmekte!
Ailecek kapıya gelen görücüleri türlü bahanelerle gerisin geri göndererek;
köydeki tarihi geçmiş gazetelerden bilgiler edinerek;
gizli gizli gülüşüp sevinerek yol yordam aramışlar.
İlk işin bir büyük şehre taşınmak olduğu kesinleşince başlamışlar daha çok çalışıp para biriktirmeye. Soranlara kızın bir hastalığı olduğunu, şifasının da ancak şehirde bulunduğunu söylemişler...
Yaşlı çift şimdiye kadar çocuk yaşta yapılan her bir evliliğin günâhını silmek ister gibi;
gelmiş geçmiş tüm tanrılardan bu sapkınlık için af diler gibi;
kendilerini ve bu hataya düşen herkesi bağışlamak için yalvarır gibi çalışmış. Sonunda parayı biraraya getirmişler. Bir sabah haftada bir köyden hareket eden otobüse binip gitmişler...
Dedeleri, amcaları, kargaları, bacaları, dağları ve kocalarıları aşarak gitmişler...
Yıllardır söylene söylene eskimiş lâfları, yarı yolda kalanları aşarak gitmişler...
Yaşanmamış çocuklukları, tarlaları, hastalıklı bağnazları, çorakları aşarak gitmişler...
Şehirde, dans okuluna yakın bir eve yerleşmişler. Çocuk akıllı babamız hemen bir iş bulmuş kendine; şekercide.
Kıza fırfırları tülden bir elbise giydirip okulun kapısına kadar gelmişler...
Tam içeri girecekken ağlamaya başlamış kız... Önce gözleri, sonra elleri ve etekleri ağlamış... Şaşkına dönen anne ve baba kıza sarıldıkları gibi eve dönmüş. Evi gözyaşı tadında bir sessizlik bürümüş. Kıza ne olduğunu sormuşlar, kız ağlamış; sormuşlar, ağlamış; sormuşlar, ağlamış... Yaramaz bakışları evin ortasına düşen yaşlı çift hemen perdeleri kapamış, mumları yakmış. Gölgeler şimdi salonun duvarındaymış. Gölgelerini konuşturmuşlar. Kızın gölgesi demiş ki: ' Bir şeyi istemek yolun yarısından da fazlası evet... O şeye gitmek için sevgiyle didinmek de ne büyük nîmet! Peki tüm varlığınla istediğin şeye ben kendim hazır değilsem şayet?!'... Annesiyle babasının gölgeleri gülmüş. Gülüşlerinin gölgesi kızın yüzüne düşmüş... 'Senin aklın bizden büyükmüş!... Söylediğin de pek doğru çocuk. Herşey hazır uçuşarak dans etmen için. Şimdi sen de kendini hazırla; kendin bürün hayâlinini gerçek yapacak varlığa...'...
Her biri gönül rahatlığıyla yol almış uykular diyarına. Gölgeleri sarmış elma şekerli bir muhabbet; sabahlamışlar duvarda...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder