30 Kasım 2012 Cuma

YOK




Şadiye hanım; pembe yanaklı, yosun rengi yorgun gözleri olan iyi mi iyi bir ev hanımıydı. Sesi, ömrü boyunca ağzını sıkı tutmaktan incelmiş; yok olmaya yüz tutumuştu. Sürekli, her şeye kulak misafiri olan Şadiye Hanım' ın omuzları düşük, sırtı kambur, kolları kalındı... Çünkü artık sır küpü olmuş, yüklü biri buluttu... Sempatik ve mızmızdı. Hayatı boyunca hep yanlış zamanda yanlış yerde olmuştu ( belki de tam olarak olması gereken yerde...) Şadiye Hanım tek başına kaldığında görünmezleşir gibi; ne zaman bir yerde tek kalsa, kendisini görmeyen birileri peşinden geliverir; O'nu görmeden bir sır yaşayayıverirdi. Aniden girdiği her yerde, mutlaka ve mutlaka, bilmemesi gereken bir olaya şahit olurdu. Aralarında cinayetten, hırsızlığa; aşk suçundan, çocukça bir yalana herşeyin olduğu boy, boy sır. Hep başkalarının hikayesinin yaşandığı yerlere denk geldiğinden, kendinden vazgeçmeye çoktan karar vermiş ve bildiği ne varsa susarak yaşamından savma yolunu seçmişti. Sanki çıt çıkarmadan durursa, sırlar da O'nu görmeden çekip gidecek gibi... Biçare... Hem böylelikle kendisini hiç görmemiş olan sırdaşlarına da ihanet etmemiş oluyordu. Gizli bir sözleşme gibi. Çocukluğundan bu yana minübüste, bakkalda, iş yerinde, aile toplantılarında, sinema tuvaletinde, kalabalık bir arkadaş toplantısında ( ışığı kapalı bir odaya bi' an için girmişken.) , durakta, hastanede, okulda kulağına bir sır kaçmıştı. Ayakkarı ondan içe basardı; giderek içine kapanıp kalmıştı.

Mesela bir seferinde Şadiye Hanım genç kızken, okuldan erken geldiği bir gün eniştesiyle, komşu kadını basmıştı evde. Ses etmeden çıkmış, yuvalarından oynamış gözlerle, geri okula gitmişti. Bir seferinde de odasının penceresinin önünde, telefondaki ortağıyla konuşan bir adamın iş kurnazlığını işitmiş, yastığını kafasına çekmişti. Bunlar böyle gündelik olanlar... Daha fenaları da var elbette. Yanlışlıkla girdiği bir sokakta gördüğü karı/koca kavgası ve delice itiraflar; uyuyakaldığı bir ofis odasına girip ,  O'nun varlığını fark etmeden şirketten para aşırma planı yapan iş arkadaşları; posta kutusuna yanlışlıkla giren komşu mektubu - ki içinde gizli bir evlat barındıran bir mektup. Otobüs yolculuğunda yanında oturan kızın ağlayarak ve yol boyunca yazdığı defterin Şadiye Hanım' ın çantasına düşmesi... Bir telefon kulubesinden yanlışlıkla bağlandığı bir hatta, çok ama çok özel bir görüşme yapılıyor olması...
... ... Olgun elmalar gibi ağır ve ıslak halleriyle Şadiye' nin başına yağan sırım, sırım sırlar... Antikacıdan aldığı gümüş saatin içinde farsça 'gizli sevdama, gümüş rengi aşkla...' yazması ( ahh, ta geçmiş zamanın sırları bile buluyor kadını...) O, bahçedeki hamakta sessizce oturuken, hemen ağacın altıda gık çıkarmadan sevişen öğrenciler... Okulu kıran akraba sabisi... Yırtık ayakkabısını gizlice onaran baba...  Kocasından gizli kardeşini okutan yengesinin hesap cüzdanı ile kendisininkinin karışması... Yıllardır uykusu hiç kaçmadan engelli çocuğunu döven mekek görünümlü öğretmenin, hemen dayak sonunda ağladığını banyo duvarından duyması. Artık bakmaya gücü kalmadığı için hasta amcasına ilaçlarını içirmeyi kesen halasının 'yalancı' ilaçları kutuya koyduğu an orada oluşu... (Çok içine bakıldığında herkesin görmek istemeyeceğiniz bir yerini görebilirsiniz; neee gerek var.) vs... Saymakla bitmez, akıl almaz... Dünyanın sırrı bir vücutta toplanmış sanki... O yüzdendir ki pek arkadaşı, sevgilisi olamadı. Hiçbir şey saklı kalmadığından, herkesin içini dışını, bilinmesi istenilsin, istenilmesin; biliyordu da ondan...
Şadiye Hanım bu sırların bir kanıtı, tek şahidi ve gerçeklik ispatıydı.
Kimse görmez onu evet... ve kimse ne çok şey bildigini bilmezdi...Öyle insanüstü bir kabiliyeti olduğundan ya da kasıtlı olarak değil işte; kendiliğinden, rastlantısal çakışmalarla... Her gece sakinlemek için kaynar suyla yıkanıp, üzerine de bir tek atıp ancak uykuya dalardı. Görüntüsünden hiç beklenmeyen alkol sevgisi ve hatta alkolizm potansiyeli hep bu yüktendi. Görünenden fazlasını bilmek yüktür çünkü. Bilinmeyenler, ayaklarımızın altına örülü adım taşlarıdır belki...


27 Kasım 2012 Salı

AZICIK DA MI YOK?





İlk cinayetinde yakalanan başarısız bi' seri katil olabilirdim mesela... Olmadım.
Yüzümün en iyi hali dahi kıyamet alameti gibi olabilirdi... Olmadı.
Bozuk peynir gibi kokabilir, dikenli tel gibi itici olabilirdim. Değilim.
Geceleri çıtlayan ev aletleri gibi tedirgin edici bir nefes sesim olabilirdi. Yok.
Kapalı bir telefon hattı gibi imkansız olabilirdim. Olmadım.
Yağmurda ters dönen şemsiye gibi yarı yolda bırakan bir 'zayıf ' olabilirdim. Asla değilim.
Habersiz gelip, günlerce evini zapteden bir misafir gibi lüzumsuz olabilirdim. Alakam yok.
Borç verip, durmadan 'vallahi önemli değil!' diye sağda, solda konuşan kötü bir arkadaş olabilirdim. Haşa.
Herkese gül gibi, sana bok gibi davranan bir hıyar olabilirdim. Hiç olmadım.
Sevgisini içine atan, yeşilçam kökenli bir baba gibi ketum olabilirdim. Söylememe bile gerek yok; olmadım.
Toplum içinde seni görmezden gelen bir 'çift kişilikli' olabilirdim. No!
'Ben, ben' öznesinden  'biz' öznesine geçemeyen bir bencil olup, bir de 'bencilsin' diye seni suçlayan ergen kafalının biri olabilirdim. Allah aşkına sen söyle, öyle miydim? ... ya... Biliyorsun bal gibi...
Sana haksızlık edip, kalbini çıt diye kıran bir gaddar olabilirdim. 'Yooooğğ' diyerek uçurumdan atarım kendimi! Yo!
Küstah mıydım? Cıkkk.
Sorunlarıma boğulup, seni yapayalnız bırakan bir taş kafa olabilirdim. Olmadım; canımsın sen benim.
Peki... Peki beni sevmekten neden vazgeçtin Leyla? Neden?
-Bilmem.
-Azıcık da mı yok sevgin yav?
-Yok. ... Bakim... Ih, ıh. Yok. Bitmiş.

( Sevmek ya da sevmemek için illa da geçerli bir neden olmaz. Zorlama bebeğim.com)








26 Kasım 2012 Pazartesi

VE İŞTE KARŞINIZDA AJDAAA PEKKAN! (alkışşş)





Hanım, yüzü limon yemiş gibi buruşuk; gözleri dopdolu (ama asla yaşlar içinde kalmayan); boynu hafif bükük bir geçkin kızdı. Geçkindi ve kızgındı. Sürekli iç çeker, bir gözünü geçmişin yollarından birinde bırakmış bir acılı aşıktı; 'gözü arkada kalma' deyiminin, yaşam içinde kullanılmış haliydi. Ağızdan çıkıp, başa ağrı olarak saplanan sözdü. Verilmiş bir karar, vazgeçilmiş bir seyahat, kaçırılmış bir gemi, ısrarla sahip olunmuş bir mücevherdi .
Gidilmiş bir yer, kaybedilmiş zaman, hediye edilmiş bir kol saatiydi Hanım.
Pişmanlığın ta kendisi! Pişmanlığın daniskasıydı! Çok ama çok ve hep ve her şeyden pişmandı; henüz yaşanmamış olandan bile... Pişman.
Bir gün merdiven çıkarken, ter boşalıverdi her yerinden.  Bir duvara çarpmış gibi zilyonlarca yıldız göründü birden. Gözleri iri, iri açıldı Hanım' ın... Aniden herkesin kalbindeki yeri büyüyüvermişti... Uykulara, sabahlara, sokaklara yürümüştü şöhreti. Herkes O' nu yakınen tanıyor ve hatta hissediyordu. Yazık ki böyle popüler olmuştu... Yazık, evet. Neden mi? Aslında sen de biliyorsun ...
Hanım gece, gündüz; yerli, yersiz; irili, ufaklı yer eder olmuştu akıllarda. Yaş, sınıf, saat seçmeden her hayata sıçramıştı. Gizli, arsız ve kötücül bir moda gibi... Hanım 'Pişman Hanım' ın ta kendisiydi... Artık sadece geçmiş için değil;  şimdiki zaman ve hatta gelecek zaman için bile dırdır eder olmuştu. Düşünsene 'niye yapacağım! niye!' diye, gelecekteki seçimi için şimdiden pişman olanlar vardı. Daha hareketi tamamlamadan, Pişman Hanım'ın dırdırı ile  iç huzurunu yitirenler, şimdi bir de henüz yaşanmamış anlar için bir, bir yıkılmaya başlamıştı. 'Kaçın! Kaçın!' diye bağıranlar ve aynı anda bağırdığına bağıracağına pişman olanlar, birbirine çarparak koşuyorlardı.
Pişmanlık kol geziyordu. Memeleri, bütün elleri, saçları, sesleriyle yürekleri kurcalıyordu.
Ta ki insan kendini bağışlamayı öğrenene kadar... ( Nasıl öğrendiğini zamanı gelince anlatırım. )
Ne zaman ki insan serin bir su serpti yürek kapısının önüne. İşte o an Ajda Pekkan girdi devreye. 'Boşşş verrrmişşim! 'Boşşş verrrmişşim! 'Boşşş verrrmişşim! Dünyaya!!!' (Arası  yok.net)


24 Kasım 2012 Cumartesi

FİLM SOKAĞI



Şehirlerarası bir otobüs, sağlam bir ışık çalışmasıyla aniden bir sinema yuvasına dönüşebilir bence... Her koktukta bir tür, bir hikaye...
Olayı muavinin gözünden görürüz... Yola çıkmadan kafasını alkol ya da  keyif verici her hangi bir madde ile azıcık kırarsa; tüm yolculuk olağanüstü bir film gibi geçebilir...
Kanal, kanal gezelim...


Önemli bi'şeyle uğraşırken vurulup, öylece ölüp kalmış gibi uyuyan adam. Uyuduğu yer olay mahali gibi görünüyor. Al sana polisiye...


Bi' an için yanından uzaklaşan ve geri geldiğinde yeşile dönmüş yanık bir kokuyla seni boğan kişi; oysa sadece sigara içip geldi. Vasat bir tv filmi...


Hemen o anda bir haber alıp, ağzı açık kalarak hayret etmiş birinin ifadesiyle uyuyan,  içine kapanık bir adam. (Kimisinin tüm gün dümdüz olan yüzü, ancak uykudayken en büyük ifadesini alır... İç ses : 'kendimi en iyi uykumda ifade ediyorum.' Psikolojik film...


Uzun, uzun yolu seyredip ağlayan bir kadın... Bir ayrılık hikayesi... Dram...


Kucağında kendi kadar bir çocukla yollara düşmüş öfkeli bir kadın... Melodram...


Kitabına gömülmüş ortayaşlı, gri saçlı bir kadın... Sessiz bir sanat filmi.


Çuvallı, bidonlu, fanilalı, turşulu, börekli sempatik teyze... Folklorik film...


Bulunduğu yerde, bulunduğu koşullar ölçüsünde namaz kılan ve her an dudakları kıpırdamak suretiyle dua etmeye devam eden sakallı bir genç amca. Dînî film.


İkili koltukta; dergili , gazeteli; piknik havasında yolculuk yapan; tatlı, tatlı birlikte uyuyup şakalaşan bir çift... Romantik...


Yanyana oturan iki yabancının tanışma anı ve birbirlerine söyledikleri yalanlar... Nasıl olsa ancak söylediklerinden ibaret çünkü her biri... Belki de en dürüst halleri... Bir yabancıya gerçeği söylemek dünyanın en kolay şeyi... (Bu direkt festivale gider ...)

Horlayan bıyıklı bir kadın ve yanında bebekli, genç bir anne; gülerek bebeği oyalamakta; masalla. Masaldaki cadı da horlamakta; hayal gücü bedava... Çocuk, animasyon, fantastik...( Bak, bak 3 dalda film...)

Ailesine bir yığın yalan söyleyerek otobüse kendini nihayet atabilmiş, bir delikanlının peşinden giden bir genç kız... Pempeli, siyahlı, ojeli. Gençlik filmi.


Peki o pırıl, pırıl ; yakışıklı ve geleceğe umutla bakan üniversite öğrencisi?  Kitap ve film dolu sırt çantası; müzik dolu kafası; otobüste bile asla ağrımayan sırtı ve para biriktirip aldığı ayakkabıları.  İyi bir ilk film.


Ayakları kokan huysuz bir delikanlı ile durmadan osuran; osurunca yakın çevresinin yaşam sevincini elinden alan bir amca... Yeşilçam, komedi....

Işıklar kapanıp da sadece çizgisel, renkli ışıklar kaldığında, kulaklıklarını takıp küçücük ekranlara bağlanan insan görünümlü robotlar. Bilimkurgu...


Yol boyunca 'nabıyin? , oyvvv nassın?' diye aylardır konuşmadığı herkesle, uzun uzadıya konuşan bir geveze... Kalitesiz skeç, tv show

Koltuğu yatırmak ve yatırmamak hususunda boş, boş ve uzunca didişen iki yolcu. Tartışma programı

Molada inmeyip o ıssız, o terk edilmiş, o oksijenin bile yolunu bilmediği, o kimsesiz ve karanlık otobüste uyumayı sürdüren yolcular ve gizlice içeri giren bir manyak... Korku filmi...


Ve ortada sürekli yürüyen bir penguen; muavin... Macera...
İşte sana bir sinema yuvası!
İyi yolculuklar...




21 Kasım 2012 Çarşamba

TAZEM


Çinekop' un kilosu 10 lirayken gel. Sokağa ceketle çıkabildiğimiz; yanımızda kendi rengimizde bir şemsiye taşımak zorunda olduğumuz günlerde... Akıl baştayken, su serinken gel ki görebilelim birbirimizi.

Ağaçlar kendini budamış olsun; her yeni şakaya gebeyken gel... Tiyatrolar sezonu açınca, şarkıcılar yeni albümünü çıkardığında, köprüler elden geçirilince gel...

İlk yağmur yağdığında, topraklar nadasa bırakıldığında, herkes tatilden döndüğünde gel.

Okulların açıldığı gün, hayatı kolaylaştıran yeni bir icat çıktığında gel. Bir ağaç dikildiğinde, bir gemi yaklaşınca gel...
Çünkü sen her şeyin tazesine layıksın tazem.

19 Kasım 2012 Pazartesi

SALiM





Huzsuz mu huysuz bi' çocuk belirmiş birden mahallede... Kaşları çatık, elinde sopa; hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar her yeri dolduran çirkin sesiyle gelmiş: Sadece 'kötü' ve belki bir de 'çirkin' olarak...
Kimsenin nereden geldiğini bilmediği bu zararlı çocuk, didik didik kurcalamış her köşeyi. Gizlice girip çıkmış her deliğe. Hayvanca bir kuvvetle, iyilikten eser kalmamış haliyle püskürtmüş her şeyi... Mahallede çalınmadık mal, açılmadık etek, ellenmedik göt, dövülmedik çocuk , girilmemiş ev bırakmamış. Her yerde aramış. Bir kaybı olduğunu, kendi dahil kimse bilmediğinden ; kendi dahil herkes kaçmış bu 'kötü'den... Aslında gerçek halinin artakalanı olduğunu kimse bilmemiş.
Bir gece acından ölür gibi uyanıp kıvranmış. Nerede olduğunu bilmediği eksik yanı, ilk kez uykusundan uyandırmış O'nu... Yuvarlanan bir bozuk para yol göstermiş, bizimki de uyku sersemi, ses etmeden peşinden gitmiş. Ayakkabı hizasında bir pencerenin önünde gözden kaybolmuş para. Ancak yere yatarak içine bakabileceğiniz bir pencerenin önünde dikilip kalmış 'kötü çocuk' . Gözünden kaçmış olsa gerek, bu eve hiç bir zararı dokunmamış henüz; hayret... İyice yapışarak yere, içeri bakmış... Bakmış... İyice bakmış... Dudağının kenarıyla gülümser gibi olup durmuş... Gözlerini kapamış; bir de böyle, kendi içinden bakmış evin içine...
Evin içinde kucağındaki köpeğe ninni söyleyen bir kız çocuğu, annesi ve babasını güldürüyormuş. İçeriden dünyanın en güzel müziği geliyormuş. Duvardaki film afişi, hayata benziyormuş... Evde, kitaplardan olma devasa bir orman varmış... Masada bir kek ve güzel kokulu bir şehir duruyormuş... Perdelerin ucundan karlar yağmaktaymış. Duvarda bir sarmaşık ve her memleketten çocuklar varmış: renk, renk... Mutfaktan merküre giden ahşap köprüler varmış...  Herkesin cebinde mutlaka ve mutlaka tanıdık bir ses olurmuş. İnsanların arasında dantelli, incelikli bağlar varmış.
'Kötü çocuk' kaybına kavuşmuş aniden... Avucuna öz be öz kendi ismi düşüvermiş gökten: Salim. 'Kötü' değil... 'Çocuk' değil... 'Salim'... Güven duygusu kaybolurken, insanın adını, sanını; içini, yanını; gülüşünün en büyük yarısını da bohcasında götürürmüş çünkü... Mağrur bir genç kız gibi, gidişiyle; giderken görürdükleriyle, çirkin bir artık bırakırmış geride... - Ki ancak döndüğüde  bütün, bütün 'insan' olsun gerideki. İyiliğiyle, kötülüğüyle...

16 Kasım 2012 Cuma

BİRDENBİRE KALKINCA BAŞIM DÖNDÜ


Merdivenlerden koşarak indi Funda... Rugan ayakkabılı, önlüklü, klasik kız çocukluğu resmi gibi kapıda son pozunu verip sokağa koştu... Hani? Sağa, sola koşturdu tekrar... Nerede? Hoşuna giden oğlanın bisiklet sesi değil miydi az önceki?  Bekledi biraz... Galiba yanlış işitti; O olsa şimdiye çoktan,  yeni koparılmış bi' çiçeği Funda'nın önüne atıp utanarak gidivermişti...  Demek ki başka bisikletti... Olsun beklemek de güzeldi...
Önünden simsiyah bir otobüs geçti; otobüsün üstünden de yaşlı bir kadın resmi. O ne? Kim? Görüntüsü otobüse yansıyana kadar bu kadar yaşlanabilir miydi? Bir buçuk metreye onca yıl sığabilir miydi? Sahi; o gördüğü kadın kendisi miydi? Otobüs 'Evet' der gibi pıssslayarak silikleşti. Funda biraz sakinleşti... Bildiklerini, bilmediklerini gözden geçirdi... Evet; o yaşlı kadın ta kendisiydi... Kulağına çocukluktan kalma bir ses çalındı diye kendini bi' an için çocuk hissetmişti... Aman; bi' an için de olsa iyi geldi.
Hep o çocuk şişe yüzündendi; gece,  gece kapağını 'pumpppp' diye atan süt şişesi...


14 Kasım 2012 Çarşamba

İSMİNİ VERMEK İSTEMEYEN BİR OVERLOKÇU





İlk bakışta herşeyin birbiriyle ilgisi var gibi görünüyor...
Sanki birbirini tamamlayan, birbirinin devamı görünen parçalar... 
Oysa sadece kısa bir durma anıyla anlaşılan kopukluklar ve fazlalıklar var... Bazı şeylerin yan yana  durabilmesi için kısacık bir iplik parçası gerekebilir efendim. İlk anda görülmeyen bir fazlalık, devasa iki şeyin    birbirine değmesine engel olabilir... Eksikleri ve fazlaları iyi görebilmek için, çok yerden bakmakta yarar var...  Boşluklar, ilişki gibi görünen kötü huylu tümörlerdir, Allah korusun efendim...
Sokaktan, her evin içine seslenerek geçerken, bu gizli ipliklerin peşinde olduğumu düşünürüm...
Sesimi her duyduğunuzda, ilk bakışta birbiriyle ilgiliymiş gibi görünen parçaları teker teker görme vaktinin geldini hatırlayınız ... Elbetteki 'bütün' olabilimek için... Kafanızı şişirdim bağışlayınız; buyrun, halılarınız...


12 Kasım 2012 Pazartesi

GENÇ Bİ' SANATÇININ, SANATSAL DEĞERİNİ KAYBEDEN ESERİ


Köşede bekleyen adam, etrafa soru saçan gözleriyle bakıyordu.
Kadın biraz izledi. Adamın gözlerinden fışkıran soru işaretleri rastgele sağa, sola saplanıyordu.
Kadın sakındı. Adamın bu hali bir resim olsaydı, eserin adı 'Bir yardım için ağlayış' olurdu. Akıllı bir genç adamın elinden çıkma bir eser... İçi rakamlarla dolu bir çift gözü çizebilecek bilgeliğe , rakamlarla dolu bir yaşamdan geçmekte olduğu için hasbel kader erişmiş genç bir sanatçı. Hiç istemeden küçük ve büyük hesaplara maruz kalmış, bazı geceler bir rakam yüzünden uykusu kaçmış genç bir ruh...
Notlar, şifreler, paralar, kapı numaraları, kan değerleri, dereceler... ve daha birsürü...
Resmin ucuna bir adımla girdi kadın. Başının tam yanından geçip, saçını da yakalarak duvara saplanan soru işaretinden oku elinde tutarak resme girdi. Bir adamın hayatına bir adım. Sakınmayarak.
Basamaklar, yapraklar, yıllar, sayfalar, nüfuslar, paraleller, meridyenler, saatler... ve daha bir sürü...
Resme girdi kadın.
Oklar bir kere yaydan çıktı diye değil de, bir kancanın ucuna takılarak...
Cevap gibi girdi; herşeyin cevabı olarak. Adam önce biraz silindi; elleri, omuzları bir parça renk değiştirdi: Birkaç çizgisi daha belirdi: Aman, bir adım daha atayım demeseydi. Zira adam tamı tamına bir bilinmezler seliydi. Çaktırmadan kadını seyreyledi. Şimdi onca soru neredeydi? Neyse... Kadın temkinli; bin adımdan daha büyük gülümsedi. Yıldız doldu genç sanatçının buğulu resmi. Ve elbetteki tanımlanamayan bir kaç cisim de eklendi... İsmi değişmeksizin eserin, şöyle tatlı bir serinlik geldi...  Artık sanatsal değerini kaybetse de iç açan bir an'ı resmetmişti... Cevap, her zaman bir adımla gelirdi. ...
   ...

9 Kasım 2012 Cuma

SEZ

Ankara'dan...



Yaslandı arkasına küçük bi' çocuk... Kaldırıma şortundaki ev kokusunu bulaştırarak, kolunun altında çizgili bir top... Arkasına yaslandıkça, kesik nefesiyle soluklandıkça uzadı hayatla arasındaki yol... Çocuk baktıkça derinleşti resim: Bak, bak bitmez... Sesler şarkılara dönüştü; ağaçlar umutlara: Kuşlar pencerelere üşüştü... Biraz daha yaslandı çocuk, topu birden yuvarlanıp gitti... Kolu boşa çıkıverdi.
Canının acısını, çamurdan pastasıyla bastırdı; dünyanın en tatlı pastası... Sırtını ağaca bastırdı; tüm gücüyle. Kalkıp gitse yoldan çıkar, kaybolur diye iyice itti kendini toprağa. Çocuk en uzak yerlerden bakıp yasemin kokusuna bıraktı aklını...
Kaygılarını bir yaprağa sakladı; belki bir haber gelir de çiçeklenir diye...
Bir okul dağıldı, çocukların sesleri köpürüp evlere doldu. Bizim çocuk bi' anda yaşını, başını almış biri oldu. Saçını, başını yolmuş; endişesini, korkusunu bir küfeye doldurmuş bir yol yorgunuydu. Gülüşünü, dimdik yürüyüşünü de ceplerine doldurmuştu. Şekerler ve ümitler birbirine yapışıp kocaman bir ses olmuştu. Şimdi bildiğiyle bilmediğiyle, nereden geldiyse bir cesarete tav olmuştu. Kalktı yaslandığı yerden... Yolunu buldu...


7 Kasım 2012 Çarşamba

insan sesi



İnsanın uykusundayken duymayı sevdiği sesler vardır; bu bi' insan sesiye eğer, radyodan gelen tanıdık bi' insan sesi de olabilir, sevgili sesi de...Cennetlik bir şarkıcının sesi de olabilir, küçük bir kızın kikirdemesi de... Kalbi dolduran bi' arkadaş sesi de olabilir, bozacı sesi de... Koza gibi sarıveren aile sesi de olabilir, sokaktan gelen sarhoş bir şiir de...
Uykuya giriş kapısından bir tek o sesler girip rüyana karışabilir... Bir tek o sesler, seni en güzel uykundan uyandırsa bile gülümseyerek uyanırsın. Yatağın ılık bir yağmurun altında, serin bir esintinin içinde, hafif dalgalı bir denizin üstünde, nefis kokan bir ormanın içindeymiş gibi...
   Uyanırsın... Hangi dünyaya, hangi dünyadan uyanırsan artık...


5 Kasım 2012 Pazartesi

SELMAN TEYZE



Selman teyzenin saçları ipek gibi yumuşaktır. Sokakta karşılaşsanız, ismini çıkaramadığınız bir Yeşilçam starı sanabilirsiniz O'nu... Asil mi asildir. Zamanında dünyanın en tatlı orospusu olduğunu, çok dikkatliyseniz gülüşünden anlarsınız... Elleri bazan b vitamini gibi kokar, genelde lavanta...Konu ne zaman kusurlara gelse hemen girer lafa... Bilgece...
"Kapısı ara,sıra kişnemeyen; duvarının küçük de olsa bir yerinde dökülme olmayan; nadiren de olsa ampülü patlamayan; lavabosu misafire denk gelmek koşuluyla, yılda bir-iki kez tıkanmayan; kırk yılda bir de olsa, sabaha karşı birileri sigara içtiği için sabahında acı, acı kokmayan; bahçesine yabancı ot uğramamış; banyosunun gizli yerlerlerinde saç birikmeyen; ne bileyim bi' minik karınca yuvası olmayan evde birşeyler fazla 'düz' gidiyordur." der... "Terslikler hayat belirtisidir çocuklar" diye de yüreklere su serper. ( Muhtelemelen biraz kirli bi' su...)
Selman Teyze kalben çok temizdir, çoktur.

2 Kasım 2012 Cuma

5, 6 KUŞ



Kanadının ucundan belli; yorulmuş kuşlar... Baksana, 5-6 kişi kalmışlar...
Yolculuğun ortasında kimin aklına geldiyse bi' ağacın tepesinde toplanıp birbirlerine masallar anlatmışlar...
Hangisi daha çok güldürürse, sözümona, O' nun yolundan uçmaya baş koymuşlar.
Biri anlatmış; ağlamışlar,
öteki anlatmış; merakla bakakalmışlar,
diğeri susmuş; yaşamışlar,
dördüncününkinde kahkahalara boğulmuşlar;
sıra beşinciye gelmiş:
Beşinci sadece 'gözlerinizi kapayın' demiş... ' Ben anlatayım, siz gözkapaklarınızın içinden seyredin.'
Önce biraz kıkırdayıp kapamışlar gözleri. Daha konuşmaya başlamadan beşinci kuş, birden havalanmışlar... 'Yolu göster, peşinden gelelim...' diye fısıldamışlar...
'Ne oldu?' demiş beşinci kuş. ' ruhumun içini gördüm, kendi masalımı' demiş hepsi, hep bir ağızdan... Uçuşmuşlar...