Şadiye hanım; pembe yanaklı, yosun rengi yorgun gözleri olan iyi mi iyi bir ev hanımıydı. Sesi, ömrü boyunca ağzını sıkı tutmaktan incelmiş; yok olmaya yüz tutumuştu. Sürekli, her şeye kulak misafiri olan Şadiye Hanım' ın omuzları düşük, sırtı kambur, kolları kalındı... Çünkü artık sır küpü olmuş, yüklü biri buluttu... Sempatik ve mızmızdı. Hayatı boyunca hep yanlış zamanda yanlış yerde olmuştu ( belki de tam olarak olması gereken yerde...) Şadiye Hanım tek başına kaldığında görünmezleşir gibi; ne zaman bir yerde tek kalsa, kendisini görmeyen birileri peşinden geliverir; O'nu görmeden bir sır yaşayayıverirdi. Aniden girdiği her yerde, mutlaka ve mutlaka, bilmemesi gereken bir olaya şahit olurdu. Aralarında cinayetten, hırsızlığa; aşk suçundan, çocukça bir yalana herşeyin olduğu boy, boy sır. Hep başkalarının hikayesinin yaşandığı yerlere denk geldiğinden, kendinden vazgeçmeye çoktan karar vermiş ve bildiği ne varsa susarak yaşamından savma yolunu seçmişti. Sanki çıt çıkarmadan durursa, sırlar da O'nu görmeden çekip gidecek gibi... Biçare... Hem böylelikle kendisini hiç görmemiş olan sırdaşlarına da ihanet etmemiş oluyordu. Gizli bir sözleşme gibi. Çocukluğundan bu yana minübüste, bakkalda, iş yerinde, aile toplantılarında, sinema tuvaletinde, kalabalık bir arkadaş toplantısında ( ışığı kapalı bir odaya bi' an için girmişken.) , durakta, hastanede, okulda kulağına bir sır kaçmıştı. Ayakkarı ondan içe basardı; giderek içine kapanıp kalmıştı.
Mesela bir seferinde Şadiye Hanım genç kızken, okuldan erken geldiği bir gün eniştesiyle, komşu kadını basmıştı evde. Ses etmeden çıkmış, yuvalarından oynamış gözlerle, geri okula gitmişti. Bir seferinde de odasının penceresinin önünde, telefondaki ortağıyla konuşan bir adamın iş kurnazlığını işitmiş, yastığını kafasına çekmişti. Bunlar böyle gündelik olanlar... Daha fenaları da var elbette. Yanlışlıkla girdiği bir sokakta gördüğü karı/koca kavgası ve delice itiraflar; uyuyakaldığı bir ofis odasına girip , O'nun varlığını fark etmeden şirketten para aşırma planı yapan iş arkadaşları; posta kutusuna yanlışlıkla giren komşu mektubu - ki içinde gizli bir evlat barındıran bir mektup. Otobüs yolculuğunda yanında oturan kızın ağlayarak ve yol boyunca yazdığı defterin Şadiye Hanım' ın çantasına düşmesi... Bir telefon kulubesinden yanlışlıkla bağlandığı bir hatta, çok ama çok özel bir görüşme yapılıyor olması...
... ... Olgun elmalar gibi ağır ve ıslak halleriyle Şadiye' nin başına yağan sırım, sırım sırlar... Antikacıdan aldığı gümüş saatin içinde farsça 'gizli sevdama, gümüş rengi aşkla...' yazması ( ahh, ta geçmiş zamanın sırları bile buluyor kadını...) O, bahçedeki hamakta sessizce oturuken, hemen ağacın altıda gık çıkarmadan sevişen öğrenciler... Okulu kıran akraba sabisi... Yırtık ayakkabısını gizlice onaran baba... Kocasından gizli kardeşini okutan yengesinin hesap cüzdanı ile kendisininkinin karışması... Yıllardır uykusu hiç kaçmadan engelli çocuğunu döven mekek görünümlü öğretmenin, hemen dayak sonunda ağladığını banyo duvarından duyması. Artık bakmaya gücü kalmadığı için hasta amcasına ilaçlarını içirmeyi kesen halasının 'yalancı' ilaçları kutuya koyduğu an orada oluşu... (Çok içine bakıldığında herkesin görmek istemeyeceğiniz bir yerini görebilirsiniz; neee gerek var.) vs... Saymakla bitmez, akıl almaz... Dünyanın sırrı bir vücutta toplanmış sanki... O yüzdendir ki pek arkadaşı, sevgilisi olamadı. Hiçbir şey saklı kalmadığından, herkesin içini dışını, bilinmesi istenilsin, istenilmesin; biliyordu da ondan...
Şadiye Hanım bu sırların bir kanıtı, tek şahidi ve gerçeklik ispatıydı.
Kimse görmez onu evet... ve kimse ne çok şey bildigini bilmezdi...Öyle insanüstü bir kabiliyeti olduğundan ya da kasıtlı olarak değil işte; kendiliğinden, rastlantısal çakışmalarla... Her gece sakinlemek için kaynar suyla yıkanıp, üzerine de bir tek atıp ancak uykuya dalardı. Görüntüsünden hiç beklenmeyen alkol sevgisi ve hatta alkolizm potansiyeli hep bu yüktendi. Görünenden fazlasını bilmek yüktür çünkü. Bilinmeyenler, ayaklarımızın altına örülü adım taşlarıdır belki...