4 Ağustos 2013 Pazar

PARANTEZ İÇİNDE 'ECE'



( Altta sabah, yukarıda gece. 
Aynı pencerede.
Ay, yıldızın peşinde, yerdeki pembe sabah uykusu aynalanmış bi kadına 'günaydın' diye seslenmede...) 

Kadının boğazına bi düğüm kaçtı; soluksuz kaldı. 
Göğsüne dört sert yumruk attı: can havliyle hırçınlaştı.  
Dört sert,
dört yakıcı,
dört delici,
dört çocukluğu ölüdüren yumruk.
Canını kurtarırken, canından kurtulur gibi yaprak yaprak havaya dağıldı. 
Canını kurtaramadı. 
Uzaktan bir ses bulutu kafasının üstünde durup dolu dolu yağdı; 
asit yağdı, 
anlar yağdı, 
öfke yağdı, 
cam yağdı. 
Kadın canını boğazındaki düğümden de yağmurdan da kurtaramadı: göğsüne vurduğu her yumruk kalbini parçalamıştı. Aniden anladı. Yağmurun arkasında iki kanlı el kaldı. Ellerinde kendi katil zanlısının kanı. 
( Onca aynanın ve kelimenin ortasında duran kadın, oldu sana bi 'Ece' ; 
Ece tünelin sonundaki ışığın birkaç adım uzaklaştığını görmekte...
O birkaç adımda çok ama çok hafıza taşı görünüp yitmekte.
O köşedeki kahveci de ne?
O ev, o ev çocukluğu gibi güven vermekte?
Ece nerede? 
Saçları belinde, kendi yüzlerini izlemekte? 
Kendi göğsüne yumruk mu atmış ece?
Neymiş? Yine sokakların ismi mi değişmekte? 
Film şeritlerinden sahneler seçip göz kesilmekte Ece ?
Utanç solucanları , Ece' nin bin tane yüzünden birini kemirmekte?
Alttan çıkan bi yeni yüz , doğum sesleriyle dünyaya gelmekte?
Ece?
Ece?...
şşş... Ece denizin sesinde erimekte...
Ece küçülerek yürümekte, üstüne kelimeler devrildi de...)
...





Hiç yorum yok: