26 Temmuz 2012 Perşembe

BELALIM





'Vücudumdaki ülkede, bir tanrı bir dîni cezalandırıyor. 
Tanrı, bir tek dinden çıkıp yeni bir din uyduran azınlığa haddini bildiriyor. 
Öyle yeni yeni icatlar çıkaramasınlar diye sürekli bu ülkeye belalar salıyor. Mesela sivrisinek belası... 
Tanrı vücuduma sivrisineklerle saldiriyor; ülkeme. ...'

diye düşünüyorum; çünkü ancak Tanri kendisi çok isterse bana bunu yapar; yoksa başka birinin yapmasına asla izin vermez, beni korurdu. Ya da ne bileyim, cezalı olan ben miyim... 


24 Temmuz 2012 Salı

TÜL PERDE


Gözün her  korktuğunda, incecik bir tülle de olsa, perdeleneceksin.
Bu tüller;  her insanda, her şarkıda, her boş şişede, her kalem ucunda, her bozuk parada, her geri çekilişinde birbirine dolanıp duvarlaşacak... 
Nasıl direnirsen diren, önce bi' kalacaksın kendi yarattığın hücrenin içinde. Dışarıdan görünemeyen, yumuşacık bir renk olarak kalacaksın. 
Duvarından sız.
Tülleri tek tek ayır birbirinden, boya... Sahilde renkli tülleri uçuşan, eğlenceli bir gemi yap kendine. Onca engelle demir atıp duracağına, batıp çıkan ama yaşayan bir denizli ol. Denizin ta kendisi ol istersen, bok ol, yosun ol, balık ol, bırak kendini gitsin... 
uş...


Kaybol, kendin de bulama kendini. Her kayboluşunda daha özgürleşmiş bir varlık olup döneceksin. Ömrünce ve hatta ömründen önce bilip biliştirdiklerinle iplerini kopar, sıkıcı duvarlar öreceğine... Yoksa hiç birşey bilme daha iyi... Uyu.
Bildiklerin bi' işe yarasın; hafifletsin seni ayağına dolanmasın... Yürü git.
...
Şimdi.





19 Temmuz 2012 Perşembe

Bi' KUL


Tam önünde, kaldırımlara insan tüküren maganda bi' minübüs durmuş.
                                                Sen gizli bir telaşta, bir heyecandasın.
Sabaha kadar kim bilir kaç kez uyandın.
Sır gibi korkun, güneş doğunca tatlı bir heyecan olmuş çıkmış.
Bir karıncanın önünü kestiğini bilmeden durmuş, sigara içmişsin, gözlerindeki kaygı damarları renk değiştirsin diye.
Dünyadan haberin yokmuş; kurmuş da kurmuşsun.Kendinden özgürleşememiş, tüm uzuvlarınla hayatına dolanmışsın.Haberin yok.
Gözün mü dalmış?Saçın mı dolaşmış?Acıkmış mısın? ...Yok... Hiçbiri değil...Sen takıntılanmışsın... Takılmış, kalmışsın...
O ne öyle?  'Havan batsın, ne de ağzı laf yapansın' demişsin aynaya...Hiç... 'Bana mısın!' Dememiş tatkıntı; gıcık gibi.
Sonra birden bir aymışsın arkadaş! Bir açılmış kafa!'Ne zaman böyle olsan, bir sonda buldun ya kendini hacı!' deyivermişsin kendine.İşte o an bir eşik atlayıp kurtulmuşsun. 
Olay bu yani... Yoksa sana ne yol tıkanmış, sokaklar şöyleymiş, adamlar böyleymiş, kadınlar ne demiş...Bi 'cool' ol arkadaşım.Biiii kuuul beybi!



17 Temmuz 2012 Salı

KUMBARA




İnsanlar, ortak bir suçlunun peşindeymiş ve o suçluğu elbirliğiyle yakalamayı planlıyormuş gibi saatlerini birbirlerine göre ayarlamış...Rakamlarla çizilen bir zaman haritası varmış.İnsanlar bu rakamlara basa, basa bir yerden başka bir yere gidebiliyormuş.Oldukça ilginç ve bir o kadar normalmiş. Herkes hemen alışmış. Ne de olsa kişi başına sınırsız rakam düşüyormuş. İnsan, kendininkini 0' dan başlatıp sonduza giden bir hayat sanmış. Matematik falan çoktan ortadan kalkmış; iş düşünürlere kalmış. Mesele çok ağırmış. Kimlik numaraları, telefon numaraları, paralar, tarihler, şifreler, boylar, kilolar, bedenler, kolestroller, yaylılar, üflemeliler derken bir gece bir adamın aklı sıçramış. Beklediği bir rakam varmış ( saat mi, para mı, yaş mı bilinmiyor) . Sabrı taşmış. Eline bir balta almış. Zamanı öldürmeye kararlıymış; sabrının taştığı andan başlayarak, sonraki birkaç saatin içindeki dakikaları bahçeye toplamış. Her birini kütüğün üstüne sıralamış. Dakika, dakika baltalamış. Kalan birkaç dakikayı da cebine atmış. Bir ara nasılsa harcarmış. Harcanmış, öldürülmüş,bosa gitmis zamanlar görünmez birinin kumbarasında saklanır, ihtiyacı olana fazla fazla dağıtılırmış. Ama bu kumbaradan zaman almanın bir şartı varmış: bu şart da 'Rakamlarla iyi, gerçekten iyi dost olmak.' mış... Ele geçmeden, ele geçirmeden...

12 Temmuz 2012 Perşembe

ACABA




Bugün şans eseri O' nu su içerken gördüm...
O da herkes gibi şişeyi tepesine dikip kana, kana su içti! Ne güzel...
Sadece rüyanda görebildiğin, bazan rüyana gelmeye dahi tenezzül etmeyen O, su içti; çocuk gibi.
İsmini bilmediğim bir kadın. Kadın.
Gözleri dolu, çenesi neşeli, saçları uzun, teni beyaz.
Ara sıra evine girerken gördüğüm, adını dahi bilmediğim bir komşu.
Her gün başka saatte girip çıkıyor; öleceğim meraktan.
Olasılıklar arttıkça uzaklaşıyor benden.
Ya ahlaksız bir mesleği varsa.
Ya vardiyalı çalışan bir fabrika kızıysa...
Ya aşıksa birine...
Ya aşktan dili yanmış bir yalnızsa...
Ya başka bir yerde oturup, bizim apartmanda birini ziyarete geliyorsa...
Ya herşeyinden vazgeçmişse...
Ya çocukluğu, arkadaşları sokakta oynarken evde ödev yaparak geçtiyse...(Bu bilgi benim işime hiç yaramaz.)
Ya acıktıysa şimdi...
Ya biri peşine düştüyse! Eyvah! Ciğerim yanar!(Sakin olmalıyım.)
Ya beni sevebilecek kadar çaresizse...
Ya gözüne bi'şey kaçtıysa...(Canım)
Ya...
Ya! Ya hiç görmediysem O' nu?
Yok, yok. İyice saçmaladım.
Gördüm.
Su içti.
Senin, benim gibi.

10 Temmuz 2012 Salı

GÜL VE YABANCI OT



Durmadan çiçeklenen, arsız bir gül pencerenin önünde dolup, dolup taşarmış...
Bir gün ayak ucundan bir yabancı ot başını çıkarmış; pıt diye. Gül sevincinden tonurcuklanmış: Bir yabancı her zaman yeni bir anlammış.
Yabancı ot şaşırmış; küçümsenmeye alışıkmış; kendi bile layık görmemiş kendini Gül'e; gülümsemeye...
Gül' e yersizce bağırıp, çağırmış. Gül biraz darılmış. Hiç de uzun bir sessizlik olmamış.
Ne de olsa bir saksıda yapayalnızlarmış.
Uçuşa uçuşa, bir kaptan su içip,  bir güneşten ışımış, bir güzel aşık olmuşlar...
Gül' ün sahibine yakalanmışlar bir sabah. Gül, müjde verir gibi aşkıyla sahibini tanıştırmak için yeltenirken, sahip Gül' e öpücük kondurup, Yabancı otu sökmüş.
Sahibe göre, bu yeni misafir Gül' ün peşine düşen bir kötüymüş. Sahip Gül'ü korumak isterken küstürmüş.
Gül sımsıkı susup, çiçeklerini dökmüş.
Kim kime ait, kim kimin sahibi hetkes görsünmüş.
Anlaşılamadan solmuş Gül. Anlaşılamadan üzülmüş Sahip.
Anlaşılamadan kovulmuş Yabancı ot.
Oysa artık herkesin unuttuğu bir gerçek varmış:
Canı isteyen herşey, yan yan durabilirmiş. Böyle şeyler 'şeyler'in kendi arasında imiş. Kime ne imiş. Bu yargılar yüzünden belki de çok güzelleşebilecek hayat, eksik kalırmış. Öyle ki, daha ne olduğunu anlamadan, önceki deneyimden kalan
izlerle, herkes de birbirine ilk önce çirkin davranırmış. Ayıpmış, ayıp.
Herşey yakışabilirmiş birbirine...
Ancak bir evin alışveriş listesinde yan yana gelebilecek,  birbirinden bağımsız garip kelimeler gibi ...
(kalem pil, semiz otu)
Bir vapur dolusu birbirine yabancı insan... (ev teyzesi, felsefe öğrencisi)
Kitabevi rafında peş peşe düşüp dost olan kitap listesi... ( Albert Camu, İpek Ongun)
Misafirlikte aynı rafa kaldırılan ayakkabılar... ( Parmak arası terlik, Rugan ayakkabı)
Gibi...
Gibi...



6 Temmuz 2012 Cuma

KADIN İLE KADIN DOST OLUNCA, ŞEKERLENİR DÜNYA


Bir ağacın arkasında doğabilirdim;
çocukluğumu milyonlarca kardeşimle oynayarak geçirir, genç bir kız olunca da hemşire olabilirdim. 
Kuvvetli bir 'kadın' hareketinin çalışkan emekçilerinden biri olabilirdim. 
Erkeklere sadece damızlık gözüyle bakıp, hepsini dönüşü olmamak üzere hayatımdan ayıklayabilirdim. 
Büyüyüp kraliçe olabilir, bal yapabilirdim...
Arı olsaydım...
Ben bir arı olsaydım, mutlu bir arı olurdum.
Şimdi bir bize bak, bir de arıya; pöf! Anne! Ben biraz arı olabilir miyim?N' olur! Sonra da Zeynep'le ödev yapıcam söz. Söz veriyorum; bir saat arılarla olup geleceğim. Zaten ancak 1 saat arı olabilirim. Sadece merakımdan; nasıl oluyor da parmak ucu kadar onca kadın, bir arada çalışıp didinerek üretiyor; onca parmak ucu kadar kadın el birliğiyle yaşayıp çoğalıyor... Merak ediyorum... Arı hemcinslerimden kadın dostluğunu öğrenip dünyamıza döneceğim, söz veriyorum anne... Çünkü biliyorum ki (şanslıyım bunu tadarak öğrendiğim için), biliyorum ki; kadın kadına arkadaşlık candır!

4 Temmuz 2012 Çarşamba

PEMBECE YEŞİL







Gözden kaçmadığın bi' hayat,
tüm gezegenlerden göründüğün, öylesine değil içine dola, dola yaşadığın güzel bir ömürdür...
Ömür...

Ömrün, mevcudiyetinle ilan eder kendini... Güzelleşirsin çocuk.


Bir dere uykusundan uyanıp köylere ulaşır...



Bir 'şey' in 'ne' olduğunun tanımı için ikinci bir 'şey' e gerek vardır. İki doğru 'şey' biraraya geldiğinde hayat değişerek güzelleşir; güzelleşerek büyür...

Bir çocuk kana, kana su içer dereden...

Seni izleyen, gören, içtence sevenin olduğunda tüm zamanlarda kalıcı hale gelirsin; ne büyük şans...

Yüzmek için koşan çıplak ayaklarını, buz gibi suda dindirir çocuk, arkadaşlarıyla şakalaşarak...



Seni keşfeden, seni yazan, söyleyenin varsa, sen gerçekten varsındır...
,

İlk kez karşı kıyıya geçer çocuk, kuvvetle...

Sen, seni anların ve detaylarınla görenle sen 'olursun' ...
Ne büyük şanstır...

Karşı köyün kızıyla rastlaşır ağacın gölgesinde...

Seni böylece parça, parça tamamlayanın varsa, o kişi, yaşamının boşu boşuna geçen bir zaman dilimi olmadığının kanıtı ve en sevecen şahididir: Senin şansındır...




Gözgöze gelirler...

İzlenerek,
anlaşılarak,
yazılarak,
düşünülerek,
beklenip özlenerek,
kucaklanarak,
zamanın duvarına kazınırsın; artık ölümsüz bir 'ömür eseri'sindir.



Sıcacık bir esintiyle pembelenir bi' ağaç...

Bütün sürecini;
var olduğunu;
neden ve nasıl olduğunu;
kıymetini;
fotograflayarak, varlığını tüm evrene hissettirir...

Kız ağaca tırmanır kıkırdayarak, utanır gibi ve çağırır gibi...

Bu senin de, sana bu güven denizini verenin de güzel mi güzel gezegenidir.
Çocuk da peşinden çıkar...
Bu güzel gezene uğramadan, ömrü boyunca hiçbir yerden görünmeden geçip giden çoktur ve onlara çok yazıktır...
Yazık...

Hava kararmak üzeredir. Çocuk kendi köyüne dönmelidir.

İşte sen bu yüzden şanslısındır:
Çünkü sen böyle birisindir:
Her yerden görünen bir varlıksındır...
Öyleyse sen,
varsırdır.
Var.

Ertesi sabah ve bundan sonraki tüm sabahlar birbirlerini görmek üzere ayrılırlar.
Pembece.
 
   İşte böyle doğal,
   böyle masum bir hediyedir sana...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

CİKLET



Bir gün bir ciklet uyanmış;
kim bilir kimin, nostaljik tozlarla bezeli tavan arasında kalmış...
Belki 7-8 yıldır bir pantolonun cebinde, geçmiş kumbarasına atılmış.
Bir oğlan çocuğunun, bir bakkaldan çaldığı, bir suç malıymış.
'Bu hırzlığın cezasını yanlışlıkla ben ödüyorum.' kanısındaymış.
Aslında hiç aldırmamış.
Çünkü çiğnenip biçim değiştirse, tarihe şimdiki gibi tanıklık edemez; tüm esnekliğiyle, kendini kaybederek hemen herkes gibi olmak zorunda kalırmış.
Haklıymış da...
Yine birkaç yıl sonra uyanmak, uyanıp kolaçan etmek üzere uykuya dalmış...