Durmadan çiçeklenen, arsız bir gül pencerenin önünde dolup, dolup taşarmış...
Bir gün ayak ucundan bir yabancı ot başını çıkarmış; pıt diye. Gül sevincinden tonurcuklanmış: Bir yabancı her zaman yeni bir anlammış.
Yabancı ot şaşırmış; küçümsenmeye alışıkmış; kendi bile layık görmemiş kendini Gül'e; gülümsemeye...
Gül' e yersizce bağırıp, çağırmış. Gül biraz darılmış. Hiç de uzun bir sessizlik olmamış.
Ne de olsa bir saksıda yapayalnızlarmış.
Uçuşa uçuşa, bir kaptan su içip, bir güneşten ışımış, bir güzel aşık olmuşlar...
Gül' ün sahibine yakalanmışlar bir sabah. Gül, müjde verir gibi aşkıyla sahibini tanıştırmak için yeltenirken, sahip Gül' e öpücük kondurup, Yabancı otu sökmüş.
Sahibe göre, bu yeni misafir Gül' ün peşine düşen bir kötüymüş. Sahip Gül'ü korumak isterken küstürmüş.
Gül sımsıkı susup, çiçeklerini dökmüş.
Kim kime ait, kim kimin sahibi hetkes görsünmüş.
Anlaşılamadan solmuş Gül. Anlaşılamadan üzülmüş Sahip.
Anlaşılamadan kovulmuş Yabancı ot.
Oysa artık herkesin unuttuğu bir gerçek varmış:
Canı isteyen herşey, yan yan durabilirmiş. Böyle şeyler 'şeyler'in kendi arasında imiş. Kime ne imiş. Bu yargılar yüzünden belki de çok güzelleşebilecek hayat, eksik kalırmış. Öyle ki, daha ne olduğunu anlamadan, önceki deneyimden kalan
izlerle, herkes de birbirine ilk önce çirkin davranırmış. Ayıpmış, ayıp.
Herşey yakışabilirmiş birbirine...
Ancak bir evin alışveriş listesinde yan yana gelebilecek, birbirinden bağımsız garip kelimeler gibi ...
(kalem pil, semiz otu)
Bir vapur dolusu birbirine yabancı insan... (ev teyzesi, felsefe öğrencisi)
Kitabevi rafında peş peşe düşüp dost olan kitap listesi... ( Albert Camu, İpek Ongun)
Misafirlikte aynı rafa kaldırılan ayakkabılar... ( Parmak arası terlik, Rugan ayakkabı)
Gibi...
Gibi...