8 Mart 2024 Cuma

SEN DE YAP YAP YAP, BİR KENARA YAP!


Yapmak. Sadece işleyen ışıldayan kadında değil; atalete, kasvete kapılarak kendi cenderesinde sıkışıp kalan kadında dahi bir ‘yapmak’ yoksunluğu, arzusu vardır. Şöyle ağız tadıyla atalete, kasvete bile kapılamaz. Çünkü ‘yapmak’ bir varoluş, bir kendini gerçekleştiriş yoludur. Sadece varlığı yetecekken, varlığını ‘yapmak’la kuvvetlendirmekse artık içgüdüsel hâle gelmiş bir şeydir. İşkôlik olur, annelikte, ofiste, atölyede, masasında, setinde, ev hanımlığında, tüm ama tüm rollerinde bir şeyler yapar durur. Buradaki ‘durur’ lâfın gelişidir. Durur gibi görünürken sıradaki yapılacaklar listesini yapmaktadır. Bu listede yemek yapmak da vardır, efendime söyleyeyim, şirketle ilgili sıkı bir organizasyon da, çocuğun okul bilmem nesi, kitap yazmak, cilt bakımı, kan tahlili, bakın çekirdek çitlemek diyorum, bilmem kime alınacak hediye diyorum,  yüksek lisans da yapmak, kısır filan da… Çok ama çok şey yapmak. Peki ‘yapmalara’ ‘varolmalara’ doyamayan, her şeye gücü yeten bu kadın cinsi neden erkek cinsine göre bu kadar çok hastalanıyor? Yahu %80 daha çok hastalanıyormuşuz; özellikle bağışıklık sistemine bağlı hastalıklarmış yaygın olan. Neden? Bilimsel araştırmayı güncel bir dille özetleyeyim; duygularımızı içimize attığımız içinmiş! Ya öf! Bütün o duyguları var ya, kar topu fırlatır gibi tutup fırlatmak geliyor içimden. Öyle sadece ortadoğuda filan değil ha, tüm dünyada olay böyle. Kadının her yaşta farklı bir vesileyle kutsiyeti, O’nu ideal, mükemmele yakın, doğru, düzgün olmaya mecbur kılıyor. Ne büyük bir yük! Ne ağır. Küçükken kız çocuğu olmanın ‘şekerliği, narinliği’, ergenken ‘güzelliği, erdemi, dokunulmazlığı’, gençken ‘becerikliliği, dişil enerjisinin sâfiyeti’, bekârken bekârlığı, efendim evliyken evliliği, hamileylen ohooo doğurganlığı, anneyken anneliği, of yıldım … Kutisyetle ezilen, bastırılan duygular vücuda zehir gibi sirayet ediyor. Yapmayın Allah aşkına. Yapmaylım… Bu içine atlamar durduk yere huyumuz olmadı tabii; yaftalanmalar  maftalanmalar, ataerkil kültürler mültürler. Artık konumuz bunlar olmasın , yeter. Bugün itibâriyle kendimize bir söz verip salalım mı hayvanı? İçimizdeki kanlı canlı kahkahaları, öfkeleri, özlemleri, herşeyi, ne var ne yok bakalım (çanta temizler gibi meselâ) ; her birini fırlatalım. A Ne demek ya biriktirip biriktirip hastalanmak, lütfen. Duygu zehirlenmesi gibi, (iptâl, iptâl, iptâl) . Yürüyün kızlar, fırlatıyoruz tüm duyguları… Günümüz kutlu olsun dünyanın tüm kadınları! Oh be!

8 Mart 2023 Çarşamba

Dişil Güce Çağrı


Bastırılan şeylerin biçim değiştirip, hâl, hareket değiştirip patlamak gibi bir huyu vardır. Bastırdığın iyi ya da kötü bir duygu da olsa, bir insan, bir bilgi de olsa; o sıkıştığı yerden patlayarak, kabuklar çatlatarak çıkar ortaya. Çıkıyor da. 




Her nerede hapsolduysa, sindirildiyse, susturulduysa özgür kalsın dişil gücümüz. Hepimizde var, her şeyde! 

Nasıldır bu güç? Nedir bu enerji? Dişil enerji; hayata daha kolay uyum sağlayan, sezgi ve duyguların hakim olduğu bir enerji türü işte. Daha çok kadınlarda bulunan bu enerji, daha affedici ve hoşgörülüdür. Şefkâlidir. Dişil enerji üretkendir, doğurgandır, yapıcıdır, bereketlidir. kuvvetlidir. Her birimizde hem eril enerji, hem dişil enerji vardır. Bu enerjilerin dengesi bozulduğunda üretkenlik, affedicilik başta olmak üzere bir çok konuda denge bozulur.

Ben bu sene, bu 8 Mart’ta tüm kadınların Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, günümüzü kutlarken, tabiatta bulunan tüm dişil enerjiyi yardıma çağırıyorum. Kadınlarda, erkeklerde, toprakta, ağaçta suda, her nerede uyuyorsan uyan dişil gücüm! Günün kutlu olsun.  Sana çok ihtiyacımız var. Bizi affet ve kuvvetinle sarıl bize…

Sevgimle…

8 Mart 2021 Pazartesi

ÇAMAŞIRCI KADINLAR

             Bu sene Lorca’nın Çamaşırcı Kadınları’ndan esinlenerek karar verdim başlığa. 

 Bu kadınlar bildikleri ve bilmedikleriyle; sustukları ve söyledikleriyle dünyayı döndüren, durduran kadınlardır.  Yaşam onların iki dudağının arasından dökülen şeylerle akar, yıkarlar... arındırırlar... konuşurlar ve susarlar. 

         Tebrikler dünyayı döndüren tüm kadınlar. 



           Pandemide hepimizi, tüm kadınları eşitleyen bir hâlde bulduk kendimizi değil mi kızlar?                

          Evet, devamlı kadın-erkek eşitsizliğinden söz ediyor olsak da kadınlar arasındaki eşitsizlik  toplumların gizli hastalığıdır. Kadınlar arasındaki eşitsizlik öyle erkeklerinkine benzemez güzellerim, benzemez bebeklerim, benzemez bacılarım... 

           Kadınlar arasındaki eşitsizlik sıcaktır, ateşlidir, iğnelidir, dolambaçlıdır ve en önemlisi yaşama ve hatta çok sayıda yaşama etki eder. Hahaha, nasıl da anladık birbirimizi hemen! 

          Şimdi bu yazının üstüne alkollü bir şey sıkıp temizleyin (okurken bir yandan da, boş durmamalıyım bişey yapmalıyım demeyin, bi boş duralım yav, boş duralım azıcık ay, yok duramayız ki) ve beraber günümüzü kutlayalım bebeklerim!

           Pandemi kadınları bir yerde eşitledi; aslında zaten apaynı olduğumuz mevzuular iyice su yüzüne çıktı. Evde yaşam! Çamaşır, temizlik, çekmece toplama, uzun atlama, banyo silme, Allah'ım! eve giren her şeyi ama her şeyi silme, yemek yapma, hatta ey ahali ‘ekmek yapma’ diyorum yauu (ekşi mayalı hem de be! ), ütü yapma, ayıklama, yıkama, yağlama, dans! Dans, dans, dans, dans, dada dans, dans!

         Starlar aynı hizaya geldi; ekranların starları da, gişelerin, evlerin, tüm sektörlerin starları da aynı hizada; herkes kendi evinden, penceresinden ışık saçıyor ve topluyor şimdi. Yıldızlarla, kar yağışıyla, ırmaklarla aynı hizadayız. 

        Tüm kimliklerimizi eve sığdırmaya çalışıyoruz; başardıklarımız da başaramadıklarımız da oluyor; eve sığmayan hallerimiz, kapıda kalan, yataktan çıkmayan, topuklu ayakkabılarını özleyen, sokakta kahve içen halimiz. Sevgili, anne, çalışan, koşan, duran, düşleyen, isyan eden halimiz, vs... Doğruya doğru, çok kişiyiz her birimiz; tüm benliklerimizle işte burada evimizdeyiz. 

         Bravo bize, şahaneyiz! 


         Gelelim pandeminin starlarına! ‘Kahramanlarına’ kızlar; ‘gizli kahraman’ demiyorum; gepgerçek, anlı şanlı kah-ra-man! 

          Evden çalışan kadınlar! 

          Hatta artırıyorum; evden çalışan anneler! Tanrıçalar! Kadınlığın kitabını yazanlar, saygılar... Önce bizim günümüz kutlu olsun, ilkin evden çalışan biz anneleri kutlayıp sonra devam edelim değil mi? Teşekkür ederim...‘Evden çalışan kadın’ demek; ev hanımı görevlerinin tamamını yerine getirip üstüne bir de çalışan kadın demek. ‘Üstüne’ yanlış kelime oldu; ‘arada-derede’ çalışan kadın; ‘öyle-böyle-vay be!’ çalışan kadın. 

         Zoom toplantıları, canlı yayınlar, benim gibi kanepede ses kaydı alanlar,  yazanlar, donla oturduğu yerden müşteri hizmeti verenler, yüzünde yastık iziyle muhasebecilik yapanlar, sigortacılar, evden çalışıyor diye iş yükü hayvan gibi artanlar, yemek yapıp satanlar, sosyal medyacılar, bütün bu işleri becerirken evi ev yapanlar ve daha bir sürü! Evden çalışan kadınlar! Helâl! Kutluyorum, saygılar!

        Çocuğuna arkadaşlık, öğretmenlik, doktorluk, hemşirelik, hatta ağaçlık, pizzacılık, köpeklik yapanlar ; çocuğuna eş, dost, akrabalık yapanlar; evde öğrencisi olan yüce kadınlar...

Kutluyorum; kırmızı halılar... 

       Dünyayı döndürenler! 

       Size de merhaba; pandeminin evde kalma avantajından (eh çok tatlı avantajları da var çünkü) zerre kadar fayadalanamayanlar... 

      Pandemi nedeniyle işi sekteye uğrayanlar; yine enfes durup güzelce yoluna devam edenler... Kutluyorum, sevgiler! 

      Siliyoruz, siliyoruz, öf be!

      (Çamaşır vs bunlar işse öteki şeyler ne kardeşim? Hem ütü yapmak hem de ne bileyim rakamlarla içli dışlı muhasebecilik vs nasıl ‘iş’ olur? Adaşlık mı bu şimdi? Bence bunların adı başka şey olsun; ehemmiyetini, zorluğunu ve ferahlığını iyi ifade eden bir isim bunlunsun bunlara bu sırada lütfen.)

       Siliyoruz, siliyoruz, oh be!

       Biz mi evde kaldık, ev mi bizde kaldı belli değil. Çiş yaparken oje sürenler, kendine şefkat göstermeyi ihmâl etmeyenler, çekmece toplayanlar ve daha bir sürü! Kutluyorum, çiçekler! 

Tenhâlarda köpek gezdirenler, evliliğin, aşkın ilmini yapanlar, boş duvara bakarken yaşamın anlamını sorgulayanlar ve daha bir sürü! Kutluyorum, şiirler!

       Temizlik yapmaktan zevk almaya, yaptıkça ferahlamaya başlayınca inceden tedirgin olanlar; gardrobunu cillop gibi ayıklayanlar;  dizi izlerken çamaşır katlayanlar, aklından yollara düşenler, kendini taklit edecek kadar yabancılaşanlar ve daha bir sürü! Kutluyorum, şarkılar!

      Kelimeler bayatladı, ‘özlemek’, ‘yorulmak’ (a! resmen kelimeler kifayetsiz arkadaşlar! Demek böyle bir şeymiş, demek daha önce de bu deyimi doğuran bir aralıkta kalmış insan denen safım.) Kendini yeni dilde ifade etmeyi becerenler! Tebrikler, öpücükler!

     Kısıtlı hayat koşullarında patlayıp çatlayıp çiçek açanlar, yanıp yanıp küllerinden doğanlar, üretenler, işleyip ışıldayanlar, kendi içinde yolculuğa çıkanlar, ayıklayanlar, temize çekenler... Tebrikler, güller! 

       Pandemiyle güncellenen sektör koşullarına uyum sağlayıp kendini yenileyenler; kendine güzel, çok güzel, sevdiceğine bakar gibi bakanlar... Kutluyorum, yıldızlar!

Yıkıyoruz, arındırırıyoruz, sadeleşiyoruz; oh be! 

      Uzaktan eğitimin aşırı sıkıcı ve mantıksız ortamını verimli hale getirmeye çalışanlar sizi kaç kez kutlayayım, bilemedim. Tebrikler, gülücükler! 


       Pandemiyi verimli geçiren kadınlar, alsında başka yerde olmak isteyip bulunduğu yerle iyi kucaklaşanlar, çiçek açanlar... Kutlu olsun! Büyük emek hepsi, bravo be! 

Bu yaşam koşullarında güzel ilişki sürdürmeyi becerenler, çok büyük emek çünkü her türlüsü, güzel arkadaş/eş/evlât/iş arkadaş/komşu vs olmayı becerenler... Tebrikler, mücevherler! 


      ‘Beni unuttun canım’ diye hissedenler; özür dilerim güzelim, her nerede ne yapıyorsan kutluyorum, kucaklar! 

       Gerçi olan biten hakkında yazmak için çok erken; şimdi yaşamak zamanı, yanlış anlaşılmasın, bu bir kutlama yazısı sadece; ‘Helâl be!’ yazısı, “Ha gayet! Dayan! Her delirecek gibi olduğunda bir kabuk attığını bil, bravo sana, bana, bize!” yazısı. 

       Dünya emekçi kadınlar günün kutlu olsun kadınım! 

       Bayılıyorum sana, bana, bize! 

       Helâl be!



7 Mart 2020 Cumartesi

KÖKLER



8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Yazısıdır.

“Yaşadıkça türer, yeni anlamlara gelirim...”

Kök, dil bilgisinde bir kelimenin her türlü eki çıkarıldıktan sonra geriye kalan anlamlı kısmıdır... Bir kelimenin anlam taşıyan en küçük parçasıdır. 
En kuvvetli yerim en küçük parçamdır...

Üstüme atılmış, sağdan soldan söylenmiş, bilmem nereden öğrenilmiş herşeyi üfleyiverdiğimde kökümle; gerçek anlamımla kalırım ben de... Gerçek anlamım... Saf hâlim... Çünkü ben sadece kendi halimde bir kelimeyim... 
Yaşadıkça türer, yeni anlamlara gelirim... Kökümün kuvveti çoğalır yeni seslerle el ele geldikçe...  
Kök yerin altında aşağıya ve yanlara doğru büyüyen, kollar oluşturarak bitkileri toprağa bağlayan ve toprakta bulunan besinleri almaya yarayan bölümdür. Toprakta, suda, zamanın kalbinde damar damar büyür, filizlenirim; hayatın söylediklerinden beslenirim... Çünkü ben çiçeklerin arasında bir biricik çiçeğim. Köklenirim. Aynı anda bin yol yürür, beni büyütecek huyun, suyun izini sürerim... 
Kök matematikte bir sayının, birbirinin aynı olan çarpanlarından biridir... Karşıma çıkan her şeye aynı, öz kuvvetle çarpar heybetlenirim... Çünkü ben artılarımla, eksilerimle sosuzluğun ortasında basit bir rakamım. Toplanır gider, bölünür çoğalırım, sadeleşir arınırım... 
Kök, dengemizi sağlamamıza olanak veren çakradır. Gücümün, tutkumun, ateşimin ayakları zamanlarca, topraklarca derinden basar yeryüzüne. Nesillerce, annelerce, gülüşlerce derinde... Çünkü kendi ışığımla parlayan bir güç kaynağıyım ben bu evrende. 
Kök, tek bir hücreden yüz binlerce hatta milyonlarca hücrenin oluşmasını sağlayan hücredir. Galâksilerce, balıklarca, yıllarca, şarkılarca yetecek “yeni” var içimde. Çünkü, bir değdiğim yerde bin yıldız ışıldatan misminik bir hücreyim ben bu bedende... 

Bütün bu sihirli ellerimle, işlerimden biri de kök yiyen zararlılarla mücadele... Yıldızlarımı saçlarıma toplayıp, sonsuzluğumun salıncağında sallanıp, hesaba kitaba öpücük atıp, anlamlarımla kucaklaştığım yerden bakınca; en basit işlerimden biri bu zararlılara yol göstermek... Bunu bana hatırlatan hayata teşekkür ederek tüm saf kadın dostlarıma da ben hatırlatmak istedim... Sen, sevgili dostum, kökünü hatırla. Saf kökünü hisset. Kökünün kuvvetini duy. Kökünün anlamını bil. Kökünü zenginleştir. Kökünü sadeleştir. Kökünden ışılda... İyice köklen hayata...
Hayatı buradan yaşayan, buralarda göz göze geldiğim tüm enfes kadınların emekçi gününü kutlarım. Kutlu olsun günümüz, bravo bize!

7 Mart 2018 Çarşamba

SIRLAR

(8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yazısıdır.)

"Ayna ayna, söyle bana... Kendime nasıl kavuşurum bu dünyada?"


"Ayna" deyince ne gelir aklımıza? Yansıma? Kendimizi görmek? Görmek?...

Ayna, camın sırlanmasıyla oluşan bir eşyadır; bu "sır" sayesinde yansıma gerçekleşir ve biz kendimizi 'görebiliriz'... Kendimizi sırların yardımıyla görebiliyor olmamız muhteşem bir ironi değil mi?

BİR BUKALEMUNUN EN KÖTÜ GÜNÜ, MEMELER, İMDAT ve KÜPELER'den sonra, bu sene 8 Mart yazımı SIRLAR başlığıyla paylaşmaya karar verdim. Çünkü başımızdan geçen onca şeyde kendi payımıza düşen sorumluluk git gide önem kazanıyor... 
Başımıza gelenlerin ne kadarından biz sorumluyuz? Kendimizde neyi değiştirerek kuvvetlenebiliriz? Nereden başlayabiliriz?
                                                                              
  
Sırlarımız gizemli ve el değmemiş bir başlangıç noktası bence. İlk olarak kendimizden dahi sakladıklarımız...
Korkularımızı, özlemlerimizi, hayâllerimizi, kıskançlıklarımızı, arzularımızı vs kendimizden bile saklayarak yaşamaya son verme zamanı şimdi. 
Kadın cefasını erdemle bir gösteren filmleri, kadınsı aşkı kederle/kibirle tanımlayan şarkıları, birbirinin sevgilisini 'elinden alan' kadınlarla dolu dizileri, "Ayna ayna söyle bana benden daha güzeli var mı dünyada?" diye soran masalları, bir tutam tarçın katıp koca bir kazanda kaynatalım; aynalarımıza perdesiz gözlerle bakan kadınlar olarak şerbet yapıp pür hâlimizi kutlayalım. 
Beğensek de beğenmesek de gerçekler dökülsün ortalığa; dökülsün ki çözülüp gitsin. Kendi payımıza herşeyin sorumluluğunu alalım:
Gerçekleşmeyen hayâllerin, söylenmemiş sözlerin, gidilmemiş yerlerin, sünger çekilmiş özlerin, bahanelere takılı kalmış düşlerin, tembelliklerin vs... vs... Uzun bir liste; içinde küçüklü büyüklü bir yığın kutu olan karanlık odalarımız... 
Kız çocukları yetiştirirken yaptığımız hataları, erkek çocukları yetiştirirken aşıladığımız arazları, aşk-iş-aile-toplum hayatımızda müsaade ettiklerimizi, seçtiklerimizi, vazgeçtiklerimizi ve daha bir sürü gizimizi sobeleyip açığa çıkaralım. Yargılayarak değil tabii; inceleyip iyileştirmek üzere. 'İyileştirmek' diyorum, çünkü herbiri birer derin yaradır bunların: Nesilden nesile, elden ele aktarılan defolar. Kelimeler büyülüdür, konuşalım; doğru sözlerle konuşalım. 
Kan kusup 'kızılcık şerbeti içtim' demek yerine o kanı herkesin gördüğü yerde kusalım: Kocadan, iş arkadaşından, kayınvâlideden, komşudan, hemcinsten, babadan vs. baskı görüp; sosyâl hayatta sırlı bir gülücükle gezmek yerine açığa çıkıp ses verelim. O saçları süpürge edip ömür boyu hem kendimize hem sevdiklerimize kahretmek yerine, güzelce taranıp işe koyulalım. Kol kırıldığında yen içinde kalmasın; koşup şifa bulalım. Çileyi övmeye hemen şimdi tövbe edelim... Medeni durumu, anneliği, kişisel becerileri, yaşı başı, boyu posu, işi gücü statüleştirmek gibi faydasız huyları süpürelim aklımızdan. 
Öz gücümüzün üstündeki tozları alıp hayata karışalım. Orada da çok işimiz var... 
Çocukların suskunluğuyla ilgili yandı yıkıldı ortalık. Bu suskunlukta, bu saklayışta bile biz kadınların payı büyük. Sokaktaki kadını rahatsız eden hıyar da, 'güzel' görünmek için çırpınan cânım genç kız da, el alemin hayatına takılıp kalmış mutsuz da, karısını-kızını ezen adam da ağaçta yetişmedi; biz büyüttük hepsini, biz kadınlar eğittik ellerimizle. Hepsinde payımız var; karanlıkta kaybolan seks işçisinin, hep başkasından medet ummayı huy edinenin, işinde gücünde ezilenin, canına kıyan trans bireyin, 'el alem ne der'cinin, zehir zemberek sözlere/sisteme boyun eğenin hikâyesinde payımız var... 
Kimimiz kariyerimize, eğitim düzeyimize, yaşam tarzımıza, o harika 'ben'imize konduramadığımızdan; kimimiz 'düzenini korumak' için, başkalarının ne düşüneceğine kafa yorduğundan vs... maruz kaldığımız/maruz bıraktığımız saçmalıkları saklıyoruz. 
Hem de öyle sadece erkek figürden değil, kendimizden, hemcinslerimizden de saklıyoruz sırlarımızı... Bir sırrın açığa çıkışı birçok ruhu özgürleştirir. Bu tecavüz de olabilir sözlü taciz de; ekonomik baskı da olabilir meslekî eşitsizlik de; kürtaj, hemcins baskısı, 'güzellik' mecburiyeti, ahlâki yargı vs... vs... Hepsi, hakkında konuşmayı dahi reddettiğimiz gizli saklı kutularda duruyor; iç gücümüzün ışıltılı anahtarları da... 
Kapıları açmaya kendi evimizden başlayıp sokaklara dökülelim...
Bunca sırrın, bunca birikintinin yüküyle yürümek yerine, acımadan tek tek dökelim eteğimizdeki taşları, özgürce hafif hafif uçuşsun eteklerimiz... Gerisini ancak bu şeffaflıkla hâle yola koyabiliriz...

Günümüz kutlu olsun... 


14 Mart 2017 Salı

GEVEZE

 O'nu ilk gördüğünüzde yüzünden, konuşurken tek yanağında çıkan gamzesinden, bir yerlerde bir ikizi olduğunu anlarsınız. "Bu güzel kızın geri kalanı nerede?" sorusu düşüverir aklınıza, yarım yamalak hareketlerinden... 

O'na bir şey anlatmaya başladığınızda ne kadar güzel güldüğünü, gülmeye yer arayan bir neşe avcısı olduğunu bilirsiniz: Gülerken gözlerinden geliveren yaşlar da, sık sık ağladığının, yaşların düşüşe hazır beklediğinin işareti gibidir, hissedersiniz.
Çalıştığı dükkanda işiniz uzar da, molasına denk gelirseniz, asla yorulmayan biri olduğuna emin olursunuz. On beş dakikalık aralıkta bin tane işi halledip üstüne bir de sigara içer çünkü...
Şöyle bir üstüne başına göz attığınızda bütün renkleri yanında istediği çarpıverir gözünüze. Sevdiği herkesi bir arada göremeyince paniğe kapılan çocukları gibi, sevdiği renkleri bir arada tutarak rahatlayan hoş bir hanım efendi...
Fakat O'nu ne kadar izlerseniz izleyin, tam on dokuz aydır niçin konuşmadığını anlayamazsınız. Annesi ve babası anlamadı, doktorlar ve akrabalar, komşular ve arkadaşlar anlamadı; ikizi ve kuzeni, öğretmeni ve süt annesi anlamadı... "Feryal neden sustu?" artık neredeyse sorulmaktan vazgeçilmiş, cevabı beklenmeyen, usulen dile gelen bir soruydu.
Bundan on dokuz ay önce ailecek köy ziyaretine gittiklerinde son sözlerini bahçelere, son seslerini yıldızlı serinliklere bıraktı ve bir daha ağzını bıçak açmadı. Feryal omuzlarında dünyanın yükünü taşımasına rağmen sürekli kahkaha atan yengesiyle çok iyi geçinirdi. Bu ziyaretleri Feryal için eğlenceli ve cazip kılan yegane şey yengesinin bitmeyen esprileriydi.
Köyde kaldıkları süre boyunca kiraz ağaçlarına dalmaya ve şalvarla gezip derenin kenarında boş boş oturmaya, damda uyumaya bayılırdı... İşte böyle bir dam uykusu sırasında, gündüzün ortasında, yeşillik ayıklayan yengesinin ayak ucunda oldu olan. Aşağıdaki çocuk seslerinin arasından ok gibi fırlayan bir top, tüm gücüyle çarptı kafasına Feryal'in. Gökyüzünden düşen bu tuhaf yumrukla uyanan kızın etrafına üşüştü herkes. Sular, kolonyalar çarpıldı yüzüne, parmaklar şıklatıldı kim bilir hangi rüyadan uyanmış gözlerine, soğanlar koklatıldı burnuna... Sessizce uyandığı uykunun içinden hayretle izledi Feryal herkesin telaşını, hastaneye giderken yanından yıkılıp yıkılıp giden kavakları, anne ve babasının sözsüz kavgasını... Ne köydeki doktor, ne evlerine dönünce gidilen uzmanlar anladı Feryal'in neden konuşmadığını. Okuluna, yarım günlük işine; sevdiği müzisyenlerin konserlerine, aile yemeklerine; köpeğiyle veterinere, saçını kestirmek için kuaföre gitti; konuşmak konusunda bir adım ilerlemedi. O top kafasına geldiğinde Feryal'in aklı neredeydi, uykusu hangi zamanda-kimlerle geçmekteydi, gözlerini açmadan hemen önce bıraktığı şey neydi, sahi, susmadan önceki son sözü neydi? Ancak kendi bilirdi... Sustu işte "Söyleyeceklerim bu kadar." der gibi, "Yeterince konuştum, anlamadınız." der gibi, sessizce sokulup ağlar gibi, bir sırrı herkesten saklar gibi (burası melodik), sustu...
Olsun, iyiydi böyle: Hem sessizlik binlerce kelimeden bin kat daha geveze...


8 Mart 2017 Çarşamba

KÜPELER



"Bir çocuğa bağırdığınızda, ruhu bedeninden birkaç gün ya da bir kaç metre uzaklaşır." Batı Afrika Atasözü

Hepimiz birer çocuğuz: Zayıflıklarımız ve kuvvetimizle; düşlerimiz ve düş gücümüzle; yaşadıklarımız ve henüz yaşamadıklarımızla...
Şiddete maruz kaldığımızda ruhumuzla bedenimiz arasında giren mesafeye nelerin sığabileceğinin farkında mıyız? El-alemin hakkımızdaki kararları, görünmez parmaklıklar, sesimizi yutan canavar sesleri, düşlerimizi örten kirli battaniyeler... Başlangıçta rahatsızlık veren bu istenmeyen misafirler, kendimizden kopuşumuz nedeniyle azalan gücümüzü fırsat bilerek yatıya kalabiliyor. Bu korkunç bir olasılık gibi görünse de, tüm engellere rağmen, kendimize kavuşmak için her şeye sahibiz: Muhtaç olduğumuz kudret, kulaklarımızdaki fingirdek küpelerde mevcuttur!
İlk işimiz kendimize güvenmek. Şuradan başlayalım; birine güvenmek için neye ihtiyaç duyarız?
Birini hatalarıyla, riskleriyle, becerileri, davranışları ve kişisel hikayesiyle tanımamız, ona güvenmemiz için sağlıklı bir zemin yaratır, değil mi? O halde kendimize güvenmek için hemen şimdi kendimizle yeniden tanışmaya  başlamalıyız. Şimdi. İlk kez gördüğümüz birine bakar gibi bakalım kendimize: Gözlerimizin içinden hangi sorular geçiyor? Tam de kendimiz gibi hissettiren yegane hissin adı ne? Canımızı en çok ne sıkıyor bu sıralar? Bizi en çok ne heyecanlandırıyor? Sürekli hayal ettiğimiz;  sadece  "hayal" adıyla kalacak kadar çok hayal ettiğimiz şey ne? Olmasını istediğimiz/istemediğimiz her şey için hazır mıyız? En cesur hissettiğimiz an hangisiydi? Göz yumduğumuz için her gün bizi boğan eller kimin  ve gözlerimizi açmak için neyi bekliyoruz?  Ve daha birsürü!
Peki, neden korkarız?
Bilinmeyenden, istemediğimiz ihtimallerden, yok olmaktan, kaybetmekten, başarısızlıklardan vs... Korkumuzun asıl kaynağı ise kendimizi bütün bunlar için hazırlıksız hissetmemizdir. O halde her şeye hazır olduğumuzu hatırlayacağız. Hatırlamaya ihtiyacımız var, çünkü tüm zamanların, tüm toplumların zencileriyiz biz: Varoluşumuz, sürekli rahatsız edilerek, uyuşturularak  temelinden sarsılmış. "Yazık bize, ay çok nariniz, kıyamam ne de kırılganım." demek yerine yol kat etmeyi başardığımız için hala buradayız: Eksiğimizle, gediğimizle; inkarlarımız ve gerçeklerimizle; müsaade ettiklerimiz ve etmediklerimizle; zaaflarımız ve ilhamlarımızla; işvemizle, cilvemizle buradayız. Ruhumuz ve bedenimiz göz göze, diz dize, onca mesafenin ve kötü kalpli misafirlerin arasından bakıyor birbirine. Özetle, bilsek de bilmesek de her şeye hazırız.
Gözünde morluk olanın da, kalbinde kırık olanın da; sırtında yara olanın da, sesi kısılmış olanın da; topuğundan vurulanın da, yarım maaş alanın da şiddete maruz kaldığının bilincindeyiz; el eleyiz. Şiddetin sadece fiziksel değil; psikolojik, ekonomik, düşünsel ve türlü türlü bir çok yolla geldiğini artık hepimiz biliyoruz; dayaktan beter sözlere, kurşundan ağır koşullara dayanmak yerine, kendi şarkılarımızın içinden emin adımlarla geçebileceğimizi de... Kalçalarımızın dansı da yakışıyor bize, hamilelik de; kariyerlerimizi ışıldatmak da tam bize göre, becerikli ellerimizle hayata çeki düzen vermek de...
Hafızamız bizden çok ama çok eski...  Biz unutsak kemiklerimiz, toprağımız, nefesimiz, suyumuz hatırlar sahip olduğumuz cevheri. İşte tam da bu yüzden, yepyeni bir sayfa açar gibi, masum bir çocuğu dinler gibi, dinleyelim kendimizi... Eminim, inanıyorum; gelir gerisi!
Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz Kutlu olsun...
Sevgimle...

1 Ekim 2014 Çarşamba

TAZELENEREK...


Sevgili okur, Cangama'yı özledin mi? Ben çok özledim...
Kafa tatili de bitti, yaz da... Şimdi ise yeni, yepyeni bir şey başlıyor... Benim için 'yenilenme' çanları çalıyor... Cangama 'yazmak'la ilgili hayırlı bir vesile için bir süre daha dinlenecek... Sonra mı? Sonra Cangama senin için nefis bir hediyeyle dönecek...
Sevgimle... 



11 Haziran 2014 Çarşamba

FİLM ARASI

Cangama minik bi kafa tatilinde;
sanmayın ki sürer günlerce;
çok yakında döneceğim mis gibi bi hikâyeyle; 
his, fikir ve tilki fırtınası nedeniyle;
küçücük bi temize çekme hâli sadece... 
Sevgimle! 
(A! sakızdan çıkan cep tipi şiirlerden yazdım aniden size)

28 Mayıs 2014 Çarşamba

YABANCILAR VE OTLAR



Güneş doğarken uyuyorsanız ya geceyle güzel bi dostluğunuz vardır ya da kafanıza bulaşan bi korku yüzünden geceyi karşınıza almışsınızdır... Sizi ve sizin aracılığınızla yakın çevrenizi böyle bulanıklaştıran şey ne?  
Yabancılara güvenir misiniz? Tanımadığınız insanlara? Çok yakınınızda olup tanıdığınızı sandıklarınıza? ...
Bu devirde çocuksanız bile gözünüzün önünden geçen onca şeye rağmen kendi bildiğinizden başka biçimde yaşayan birilerine yabancı mı hissediyorsunuz? Yeterince tanımadığınız insanlarla ilgili tanımlamalar ve yargılar mı üretiyorsunuz? 
Bu son iki soruya cevabınız 'evet'se bir dakikanızı rica ediyorum:
Herkesin dünyanın kendinden ibaret olduğunu sandığı dönemler vardır; bu dönemin bilimsel adı depresyon ya da daha spesifik tespitlerdir. Fakat yaşamınızın genelinde herşeyin sizinle ilgili, size karşı, sizin için, sizin yüzünüzden ve sizden ibaret olduğunu sanıyorsanız ya etrafınızda bunun bir hastalık olduğunu size söylecek kimseniz olmadığı ya da size bunu açıklamaktan bıkan yakınlarınız tarafından yalnız bırakıldığınız içindir... Akıl erdiremediğiniz, size ters gelen, ilk kez karşılaştığınız, yabancı bulduğunuz durumlar karşısında yargılayıcı bir tavır sergilemeyi seçerek çok şeyden mahrum kalıyorsunuz. Beni anlıyor musunuz? Bu yazıyı okurken kendinizi yargılanmış hissediyor musunuz? Cevabınız 'evet'se güzel bir nefes alınız çünkü bu yazı karşınıza çıkabilecek en değerli iyiliklerden biri.
Milyarlarca koldan akan hayatın içinde en basitinden en iddialısına kadar çok şeyi üzerinize alınmanız sizin için de, bunun tam tersini size açıklamaya çabalayan yakınlarınız için de çok yorucu... Lütfen rahatlayın, fikirlerinizi özgür bırakın ve aklımızın almayacağı kadar çok 'neden' olduğunu kabul edin...
Halâ kendinizi kötü hissediyorsanız bilin ki siz bir otsunuz. Bu durumda sizin dışınızdaki herkes, hepimiz de bok oluyoruz tabii... 


21 Mayıs 2014 Çarşamba

SEVGİLİ UĞURBÖCEKLERİ



Küçük bir şehirde, dilediği zaman görünmez olabilen bir ormancık varmış... Bu ormancıkta milyarlarca uğurböceği yaşarmış. Her yaz bir haftalığına kendisini görünür kılan ormancık, insanoğluna uğurböceklerinden olma kocaman bir armağan sunarmış... İnsanlar ormancığa gelip dilekler tutar, uğurböceklerinin minik benekleriyle göz göze gelip umutlarla dolarmış...
Bir sene insanların son zamanlarda ümidini yitirdiğini, canının yandığını, karanlıklarda sıkışıp kaldığını gören ormancık tatlı bir sürpriz yaparak hayata neşe katmak istemiş. Ah sevgili ormancık ne iyi kalpliymiş. Beklenmedik bir zamanda görünüveren ormancığa üşüşen insanoğlu, acıyla biriktirdiği karanlıkların da etkisiyle ormancığa aniden saldırmış; yakıp yıkmış; evet... Ormancık insanoğuluna ümidi kaybettiren kötücüllüğü yine insanoğlunun doğurduğunu hiç mi hiç düşünmemiş... Ormancık yanmış ve tabii milyarlarca uğurböceği de... Uzaklara kaçıp canını kurtarmak isteyen uğurböcekleri yanarak şehre kadar gelmiş. Minicik siyah lekeler olmuş dilekler kaldırımlarda. Yerlerden süpürmüş insanoğlu yanık hayâlleri... 
Sedeften bir ay tepelerinde gezmiş... 
Kendini ve karşısındakileri inkâr etmeden susmuş herkes; insanlar, böcekler ve üzgün palmiyeler... 
Ayın önünden 4 adam kayıkla geçmiş... 
Milyarlarca çocuğun parmaklarının ucuna değip değip yükselen, yeniden dünyanın başka bir yerine yumuşacık düşüşler yapan güler yüzlü bir dolunay yeni ümitler getirmiş... Çünkü insanoğlu, evrenin iyilikle iflâh etmeye çabaladığı işe yaramaz bir veletmiş ve eline yeniden şans geçmiş:
Çocukken bindiği bir tirenin penceresinden şapkası uçan kızı düşünen bir dede oturduğu yerde gülümsemiş... 11 yaşında bi gülüşle...
Birbirinin cümlesini tamamlayan arkadaşlar şakalaşmış...
Bir adam kadınını aklından geçirdiği an kadın adama sesini göndermiş...
Küçük bi çocuk şarkı söylerek köşeye geçmiş...
Çilekler pembeleşmiş ve en önemlisi bir uğurböceği ailesi üzülerek de olsa insanoğlunu affetmiş...
Hayatlara incecik bir ümit serpilmiş...